23.1.11

Babamdır Kalırım/ Kozmetik Dolabı Temizliği

Ben dünyaya yazılmış bir kaderle geldiğimize inanıyorum. Ya da içimizde yaşam çizgimizi belirleyen kodlarla... öyle olmalı, çünkü çok da fazla değişmiyor o çizgi, üç aşağı beş yukarı, yalnız olan hep yalnız, hüzünlü olan hep öyle, hep karşısına aynı duyguyu yaratan durumlar, insanlar çıkıyor sanki, üç aşağı beş yukarı... Neyse, neyse...
Gündüz kendi işim, akşam anne-ev kadını, gece Shrek'in işlerine yardım modelinde devam ediyor günlük hayat. Bana dory_bagdatcafe@yahoo.com adresimden yazıp, getirdiğimiz organik cilt bakım ürünleri ile ilgili soruları olan veya numune isteyenlerle yazıştım, hatta iki de sipariş geldi.
Gündüzlerim de aşırı yorucu geçtiği için beslenme düzenim biraz bozuldu; itiraf ediyorum ki sabah zor kalkıp, kendime kahvaltı hazırlama zamanımı ayılmaya çalışarak harcadığım, veya akşam yürümek yerine rölantide mutfağı topladığım günler oldu.
Nemo'ya üzüldüğüm günlerin ardından enerjim daha da düşük, sırtımda sanki yük taşımışım gibi bir ağrı ve tutukluk oluyor. Babasından geldiğinde iyice somurtuk, huysuz, sorumsuz oluyor; günler geçtikçe yavaş yavaş normale dönüyor; aradaki haftasonunu başbaşa geçirmişsek iyice düzeliyor; tam anne-oğul bağımız kuvvetlenmişken babasının haftasonu geliyor; haydi sil baştan... Geçen sefer Pazar akşamı eve bırakmak yerine Pazartesi okula bıraktı; bana da mesaj atıp "benden hiç ayrılmak istemiyor, yarın okula bırakacağım" dedi. Pazartesi akşamı Nemo'ya "gerçekten orada mı kalmak istedin?" diye sorduğumda homur homur "babamdır kalırım" dedi, iyi mi?... Ertesi gün, matematik sınavı öncesinde, haftasonu yapmadığı ödevi yapsın istedim (benzer sorular gelirse diye); birkaç soru yaptı bıraktı, ben kontrol edip hepsinin yanlış olduğunu görünce doğrularını göstermeme de izin vermedi. Şimdi anlatırken hafifleşiyor ama nasıl ağır geldiğini anneler anlar. Sonraki gün, kızgınlığım geçtikten sonra, oturup anlattım, insan çocuğunun iyiliğini istiyor, ama göz göre göre başarısız olup, zorluklar içinde geçireceği bir yaşama doğru gittiğini görünce çok üzülüyor vs. diye. Biraz yumuşadı sanki. Sonra da bir psp oyunu beğendi, ben de "yarınki sosyal sınavına çalışır ve 80'in üstünde bir not alırsan alırım" dedim. Rüşvet, müşvet... doğru şeyleri yaptığında yaşam da ona ödül verecek.
Pazartesi babası okula uğramış, özlemişmiş; cuma günü alacağını söylemiş. Ben Nemo'ya sordum, Cumadan gitmek istiyor musun diye; akışına bırakmak istiyorum dedi. "Senin isteğin neyse ona göre davranacağım, akışa bırakmak lafı burada kullanılmaz" dedim. "Yani" dedi, "kurala uyalım, Cumartesi gideyim". Cuma sabah onu okuldan alacağımı söyledim; "aa, ama ben serviste bir arkadaşımı göreceğim" dedi. "Bak, baban anneannenden almaya gelebilir, ona şimdi gelmek istemiyorum, yarın sabah alırsın diyebilecek misin?" dedim. "Hmm, o zaman sen erken gel, ben gelince gideriz" dedi, çünkü servis 16:00 gibi orada oluyor, babası ise son iki seferdir 17'ye doğru almaya geliyordu.
Ben anneme gittiğimde saat 16:05'ti. Nemo servisten inmiş, annem karşılamaya aşağı inmiş, o sırada Mammut belirmiş, Nemo'ya "sen çabuk arabaya bin" demiş, annemle biraz tartışmışlar, söylenenler hep aynı, yeni bir şey yok... Bana da mesaj attı, "Nemo'yu aldım, pazartesi okula bırakıcam" diye... "benimle uzlaşmadan, canının istediği zaman alamazsın" diye cevap yazdım. "Nemo gayet mutlu, sen canını sıkma" dedi bana...
Salona takla attırdım yine. Binaya mantolama yapılırken klimaları söküp sonra da sadece balkon içlerine veya demirlerine takılmasına izin vermişlerdi. Bizim klima da duvar değiştirip amfi ve diğer aletlerin durduğu duvara gitmişti. Her klima bir gün su akıtır... Biz de dolabı duvara yanaştırmadan açıkta bıraktık, sonra da kış geldi... Klima zamanı gelmeden kanapeyle müzik aletlerine duvar değiştirmek gerekiyordu, bir de müzik aletlerinin yeni duvarına toprak hattı çektirmek...
Banyo dolabındaki eskiden alınmış kozmetikleri temizledim. Zaten bir kısmının miyadı dolmuştu, ama dolmayanlar da "içindekiler"i okudukça çöpü boyladı.
Kötülemek değil niyetim ama petrolatum, yani petrol jölesi, yani vazelin, üretim prosesinden kaynaklı içindeki impüriteler nedeniyle bir süredir meme kanseriyle ilişkilendiriliyor; aynı adlı eski bir Amerikan kozmetik markası bütün billboardlarda...
Çoğu kozmetik üründe mineral yağ, yani parafin var. Parafin ucuzluğu nedeniyle yaygın kullanılan bir gözenek tıkayıcı. Bu özelliği nedeniyle de toksinlerin dışarıya atılamaması ve türlü cilt problemlerinin nedeni...
Her ikisinin de cilde hiçbir faydası yok; sadece cildin üstünü kaplayıp dokunduğunuzda yumuşak bir his veriyorlar.
Propylene Glycol da kozmetik ürünlerin donmasını engelleyen, kullanmadan önce çalkalamaya gerek duyulmamasını sağlayan madde. Kanserojen değil ama cildi kurutup erken yaşlanmasına neden oluyormuş.
Bunları okuya okuya makyaj da yapamaz oldum. En azından evdeki malzemelerle... Zaten hiçbir zaman fazla makyaj yapan biri olmadım, ama yaş 44, iyi görünmenin başarıyla ve güçle özdeşleştirildiği iş dünyasında bir yöneticiyim. Hadi artık cildim iyi, fondöten gerekmiyor, ama gözaltı kapatıcısı gerekiyor, ya da biraz pudra, ya da ruj... Bunlarsız da profesyonel bir imaj olmuyor ki! Ya internette biraz araştırma yapıp doğal maddelerden yapılmış birkaç bir şey alacağım, ya da... Ya da'sı yok.

9.1.11

Sağlıklı yaşam bir seçimdir

Nasıl insanın odaklandığı yeni bir alan olunca, aklını, ruhunu verdiği bir konu, yeni bir hobi, büyük bir merakla o konuda araştırmaya, okumaya başlar, internet denizinin uçsuz bucaksız sularında dolaşır, ben de o durumdayım. Yani değişen bir şey yok, ben kanapenin mutfağa yakın, Shrek pencereye yakın tarafında, laptoplar kucakta, Yo-yo Ma'nın Obrigado Brazil CD'si fonda, Paris koltuğunda, Nemo haftasonu için babasında... sadece konu yeni; sabahtan beri cilt sağlığı, kozmetik ürünler, kullananların yorumları, forumlar, organik ve doğal ürünlerin faydaları, kimyasal ürünlerin zararları, okuyup duruyorum.
Derinin geçirgenliği ilaç sektörü tarafından kullanılmaya başlandı; nikotin bantları, mide bulantısına karşı bantlar, hormon bantları gibi formlar piyasadayken cildimize sürdüğümüz petrol türevi maddelerin girmediğini düşünmek niye? Okudukça daha çok dehşete kapılıyorum. Birçok kadın cilt problemlerini saklamak, daha genç, daha sağlıklı görünmek için yüzlerce makyaj malzemesi deneyip aralarında tartışıyorlar, hangi fondöten daha iyi kapatıyor diye. Aslında cildin sağlıklıymış gibi görünmesi için sağlığını daha da bozuyorlar. Milyar dolarlık reklam kampanyalarıyla, cildin alt tabakalarına ulaşıp onaracak ürünler yerine üstünü aşındıracak ürünler, besleyecek ürünler yerine hücrelere ödem yaptırıp kırışıklar yokmuş gibi görünmesini sağlayacak ürünler özendiriliyor. Aslında şaşıracak bir şey yok; ilaç sektöründe bile gerçekten iyileştirmek yerine tansiyon düşürücü, ensülin düzenleyici haplara bağımlı bir yaşama ne yatırım yapıldığını düşünürsek, kadınların güzel görünme arzusundan beslenen bir sektörde sağlık odaklı bir yaklaşımı nasıl bekleyebiliriz ki?
Geçen gün şirkette öğle yemeği sırasında sağlıklı beslenme sohbeti açıldı. Arkadaşlardan biri organik yumurtanın fiyatı diğerinin iki katı diye almadığından bahsediyordu. Bir de yumurtayı pragnik alacaksın ama sonra en işlenmişinden beyaz un, beyaz şekerle karıştırıp kek yapacaksan ne anlamı var diyordu. Bu da bir bakış açısı tabii, ama ben daha çok, "zararlı şeylere ne kadar az maruz kalırsan o kadar iyi" görüşünü savunuyorum. Battı balık yan gider değil... O mantığa göre, nasıl olsa biküvilerden gofretlerden tamamen uzak tutma şansım yok, evde sebze pişirmek yerine, her akşam hamburger-patates kızartması yedireyim Nemo'ya; olur mu hiç?! Çiğ yiyeceklerin ne kadar daha faydalı olduklarını da biliyoruz artık, ama tamamen çiğ beslenemiyoruz. Yediklerimizin ne kadar fazlasını çiğ, vitamini, enzimleri canlı halde alabilirsek yanımıza kar; salata, meyve, taze sıkılmış sebze-meyve sularını ne kadar fazla hayatımıza sokabilirsek o kadar fayda.
Bunların herbiri bir seçim. Evden kendime brokoli-portakal-elma salatası hazırlayıp işe götürmezsem, ofiste bulacağım en sağlıklı seçenek bir sandviç olacaktır. Gün boyu çay-kahve içersem yeterince su içemem. Gliserinli el kremi kullanırsam sürdüğüm an ellerim yumuşacıktır ama ilk yıkadığımda yeniden haşır huşur olur; hücrelerimi gerçekten besleyen bir bitkisel yağ sürersem (tabii emeceği kadar az miktar) gün boyunca nemli ve yumuşak kalır. Hepsi bir seçim. Vazelin deyince sanki çok kötü bir şey değilmiş gibi, ama diğer adı petrolatum, yani petrol jölesi; böyle deyince farklı bir hissettiriyor, değil mi? Dudaklarınıza sürdüğünüz, fark etmeden yediğinizşeyin içinde petrolatum olmasını mı tercih edersiniz, yoksa balmumu mu?
Çiğ beslenmekten bahsetmişken, Naturel festivalinde çok eski bir arkadaşıma rastladım. Meğer birkaç ay önce Akmerkez'in foodcourt'unda bir yer açmışlar (http://www.maxgreen.co/), karı-koca çiğ ve/veya vejetaryen yiyecek-içecekler hazırlıyorlar. İlk uğradığımda GreenWisdom diye bir içecek denemiştim; kivi, elma, muz, ıspanak, pazı, kara lahana... yeşil, lezzetli, güzel kokulu bir şeydi. Bu haftasonu bu kez yeğenimle buluşup gittik. Bu kez de Red Star diye bir şey tattım; domates suyu, kereviz sapı, karabiber. Mükemmel bir lezzet. Sebzeli panini yedik bir de; o zaten güzel. Yanında birkaç çiğ badem, çiğ fındıkla sunuluyor. Kuruyemişin kavrulmuşu değil, çiğ olanı faydalıymış. Biliyor muydunuz? Aşağıdaki slogan onların web sitelerinden. Çok hoşuma gitti, üstelik "gıdalarınız" ve "cildinizin gıdası bakım ürünleriniz" de diyebiliriz; aynı fikirdeyim...

6.1.11

INLIGHT





Sonunda Inlight'ın web sitesini canlıya geçirebildik...
Artık rahat rahat bahsedebilirim; okuyup, duyup merak eden olursa girip siteden ürünler hakkında daha fazla bilgi alabilir, beğenirse satın alabilir...
Dışarıdan bakınca reklamını yapıyorum gibi görünecek tabii ama n'apalım? Naturel'de de aynı şey oldu; ben ürünleri anlatıp, ne kadar iyi olduklarını, bana ne kadar iyi geldiklerini anlatırken dinleyen hanımlar "satmaya çalışıyorsun, tabii öyle diyeceksin" ifadesiyle bakıyorlardı. Benim gibi her yaptığını çok ciddiye alan, inanmadığı, iyi bilmediği bir şeyi söyleyemeyen biri için çok zorlayıcı bir durum. Hatta herkes önce beni firmanın bir çalışanı olarak düşünüyordu; sonra ben tester'larını denediğimde rosacea'mın geçtiğini, cildimin normale döndüğünü, daha önce kırmızı benekli ve kabarık, alerjik bir haldeyken şimdiki haline kavuştuğunu, artık fondöten kullanmak zorunda olmadığımı, zaten ürünlerin ithalatına bu nedenle karar verdiğimizi anlatınca, o zamana kadar gözleri ürünlerin üzerinde olan hanımlar başlarını şöyle bir kaldırıp bana bakıyorlardı. Doğru mu söylüyorum, yoksa pazarlamacı ağzı mı diye tartıyorlardı sanki.
Rosacea belası 30'umdan sonra başladı; Nemo küçüktü o zaman. Alerji diye düşündüm önce, ama neye karşı olduğunu bulamadım. Annem o aralar bende kalıyordu; acaba ona karşı mı diye düşünmedim değil, ama sonraki dönemlerde de ataklar geçirdim. Benim cildim çok kuru ve ince, yanaklarım hep pembedir, kılcaldamarlarımın göründüğü yerler bile var. Rosacea atağı geçirdiğim dönemlerde yanaklarım pembeden kırmızıya dönüp sabah-öğle-akşam günde 3 kez nemlendirici krem sürmem gerekirdi. Ta ki gittiği bir homeopati kongresinde Shrek, aynı zamanda homeopatik ilaç üreticisi olan bu firmayla tanışıp %100 organik cilt bakım ürünlerinin tester'larını getirene dek... Geçen yaz başındaydı; dermatolog reçetesiyle her sabah nemlendirici yerine 50 faktör güneş kremi, her akşam gece kremi yerine içinde Metronidazol olan Rosa Krem diye bir şey sürüyordum. Düzenli antibiotik kullanıyordum yani! Arada denemek için bıraktığımda yanaklarım hemen kızarıp kabarmaya başlıyordu. Gelen numuneleri denemek için kızarmayı göze alıp sabah günlük yüz yağı, akşam da gece balsamı kullanmaya başladım. Bir hafta içinde cildim o güne kadarki en güzel halini aldı. O aralar çekilen fotoğraflarda yüzümün içten gelen bir ışığı vardı sanki. Valla abartmıyorum... Hatta şirkette birkaç hanım arkadaş ne yaptığımı, yeni bir cilt ürünü mü kullandığımı sordu!



Sonra İngiltere'deki üretici firma ile yazışmaya başladık; distribütörlük anlaşması, SağlıkBakanlığı'na bildirim, sipariş, ithalat, Naturel'de ilk tanıtım deneyimi derken işte sonunda online satış da başladı. Site dışında eczane satışı da olacak. Şimdilik İstanbul'da Akmerkez Eczanesi'nde, İzmir'de de Ege Park Eczanesi'nde ve Kıbrıs Şehitleri'ndeki Çağdaş Eczanesi'nde bulunuyor. Dermatologlara tanıtım yapıp denemeleri için ürün de bıraktık; her kullanan beğendi.


Çok alışık olmadığımız özellikleri var. Bir kere hepsi, zeytinyağı, susamyağı, jojoba, shea, hindistan cevizi gibi yağların içinde, gül, lavanta, kuşburnu, nergis gibi çiçeklerin bekletilmesi, faydaları yağlara geçtikten sonra soğuk preslenip süzülmeleri sonrasında, tek tek elde cam şişe ve kavanozlara doldurularak üretiliyorlar.



Bitkisel yağlar, cildin doğal salgısı olan sebuma çok benzediği için hücrelerin içine, cildin en alt katmanlarına erişip besleyici, onarıcı, yenileyici faydaları taşıyorlar. İçlerinde hiç katkı maddesi yok. Su bazlı ürünlerden alıştığımızın aksine çok az miktarlarda sürülmeleri gerekiyor; o yüzden de belki ucuz değil ama ekonomikler. Katkı maddesi olmamasına rağmen 2 yıl raf ömürleri var (açıldıktan sonra 6 ayda tüketilmeleri öneriliyor).


Sentetik maddelerle dolu kozmetik ürünlerin zararlarını başka bir zaman anlatırım...



2.1.11

Bolu'da Yılbaşı

Neye niyet, neye kısmet... Çocuklara değişiklik olsun, benim en az 3 saatte hazırlayacağım bir sofradan 15 dk.da yenip kalkılacak; çocuklar tv-wii-bilgisayar başında, biz yine elde laptop girmeyelim yılbaşına dedik ve bir gezi programı yaptık. Babası Süzmebal'a sordu, yılbaşında benimle misin, Bolu'ya gidelim mi, vs. O gelirim dedi, program yapıldı, iki çift arkadaşımız daha katıldı, Karacasu'da kendi banyosu olan iki odalı bir dublexe rezervasyon yapıldı. Bir hafta kala Süzmebal yılbaşına evde girmeye karar verdi. Tek başına sıkılır diye Nemo da anneannesinde kalmaya karar verdi. Kaldık mı bir başımıza... Öte yandan, her şeyde bir hayır var; onlar olsa ne biz böyle kafa dinlerdik, ne sıcak sularda uzun uzun banyo sefası yapardık, ne de uzun uzun sofra keyfi yapardık.
Yılbaşı gecesi oteldeki eğlence hoşumuza gitmedi; yemekler kötüydü; müzik vasattı; dağıttıkları şapka, maske, düdük paketleri açıldıktan sonra koca adamlar hep beraber düdük çalmaya başladılar ki biz kaçtık; yan dublexde toplanıp arkadaşlarla çay yaptık, sohbet ettik.Tam 2011'e girerken bahçeye çıktık ki, yeni yılda bol bol açık havada gezelim:)
Cumartesi Bolu'ya indik. Öyle soğuktu ki önce kendimize eldiven aldık, sonra da sıcak birşeyler içecek yer aramaya başladık. Az sonra benim gözüme tarihi bir binanın altında camekanlı bir yer çarptı. Yıldırım Beyazıt zamanından kalma bir hamam olan Kubbealtı'na rastlamışız meğer. Tarihçesiyle çok ilgilenmeden spesiyaliteleri olan yoğurtlu gözleme ve çayla ısındık. Hayatımda yediğim en güzel gözlemeydi; Bolu tarafına yolu düşenlere şiddetle tavsiye edilir.


Sıcak biryerden çıkınca hava yumuşamış gibi geliyor ama 30 sn sonra ayaz bacaklarımızdan ısırmaya başladı bile. Hızlı hızlı arabalara döndük, aynı hızla da otele... Bir saat banyoda kalıp sonra da pelte gibi uyumuşum.
Akşam yemeği için arkadaş tavsiyesiyle Yurdaer Otel'in restoranına gittik. Keşke yılbaşı akşamında da buraya gelseydik diye hayıflanarak çıktık. Burası Yurdaer Kalaycı'nın yaptığı resimlerle bezeli, Türk mutfağından derlediği yemek tarifleri ve uyguladığı muhteşem mutfağıyla çok özel bir otel. Menüyü görünce birer çeşit seçip onunla yetinmek istemedik, bize azar azar mümkün olduğunca çok çeşit tattırın dedik garsona. Ve ziyafet başladı...

Bunlar sadece bir kısmı...


Önce yoğurt ve soğan, beklerken atıştırmalık...


Vişneli yaprak dolma


Ördek sarma, ıspanak ve yoğurt eşliğinde



Yufkalı düğün bohçası (Yufkaya bohça gibi sarılıp, tavada kızartılmış dana eti, soğan, sarımsak, karabiber, dereotu, maydanoz, süt, yumurta)


Etli Borani (diri haşlanmış kabak, üstünde sarmısaklı yoğurt, kızu sote)


Degüstasyon kayısılı gerdan yahnisi, nohutlu işkembe yahnisi ve paça silkmesi ile devam etti ama bunlar benim yiyebileceklerim grubunda olmadıklarından tatmadım. Masadakihepsi birbirinden gurme beyler bayıldı.

Sonra sıra tatlılara geldi. Önce fırın sütlaç, ekmek kadayıfı ve pekmezde pişmiş karakabak tatlısı; sonra kaymak höşmerimi (alttaki). Kaymak, un ve yumurta yarım saat kısık ateşte kavruluyormuş. İlginçtir, bal biraz tadını bastırdı sanki, toz şeker daha çok yakıştı.


İnanılmaz, değil mi?

Grubun ortak görüşü: "Sırf burada yemek yemeğe İstanbul'dan kalkar geliriz"