27.11.09

Domuz Gribi

Bayram planlarımız suya düştü, ama olsun:) Herhalde epey bir süre hiçbir şey benim keyfimi kaçıramayacak; Nemo'nun domuz gribi olması bile!
Bayramın birinci günü Shrek'in annesine kahvaltıya gidecektik; akşamüstü bir arkadaşlarımıza uğrayacaktık. Bayramın ikinci günü Bursa'lı arkadaşlarımızı ziyaret edecektik; hatta Pazar sabahı aslen Bursalı olup İstanbul'da yaşayan, ama bayram için annelerine giden başka arkadaşlarımızı da programa dahil edip Cumalıkızık'ta kahvaltı yapacaktık; hepsi iptal oldu...
Dün öğleden sonra Nemo'nun başı ağrımaya başladı, biraz karmı ağrıdı, biraz uyudu; kalktığında ateşi vardı; hızla 39'a yükseldi; yüzü ve vücudu sıcak, elleri ve ayakları soğuk, vücudu kuru, sakin, bir yanağı sıcak ve kırmızı, diğer yanağı daha solgun ve serin, gözler kırmızı, parlak... Shrek önce ani başlangıçların homeopatik ilacı olan Aconit'i, sonra bu tabloya uyan Belladonna'yı birer saat arayla verdi; eller ve ayaklar ısındı, ateşi de 38'li rakamlara düştü. Kalkıp biraz çorba içti, ama az sonra hepsini çıkardı. Bunun üzerine Ferrum Phosphoricum'a döndük. Rahatlayıp uyudu. Sabah 5 gibi kontrol ettiğimde ateşi 37,5'a düşmüştü. Ferrum Phosphoricum'u tekrarladık; tekrar uyudu. Sabah kalktığında tablo çok hafiflemişti; ateş 37'nin az üzerindeydi. Az bir kahvaltıdan sonra günü genellikle film seyrederek, oyun oynayarak geçirdi. Akşamüstü "hadi biraz ders çalışalım" deyip 4-5 sayfalım bir Türkçe testini beraber çözecek kadar iyileşmişti. Bu homeopatinin mucizesi işte. Önümüzdeki 3 günde de iyice dinlenir; bayrama rastlaması iyi oldu. Bayramdan sonraki ilk gün okula gidip seviye sınavına girecek; sonra da okul günleri başlayacak. Şimdi daha önceki haftasonu, bayram, sömestre tatillerinde yaptığımız şeyleri yapıyoruz; o zaman tam anlamıyla sindireceğiz yeni durumu.

23.11.09

Nemo Evde :))

Merakta bıraktıysam özür dilerim. Hemen telafi edeceğim...
Pazar sabahı önce mesaj atıp ne zaman getireceksin diye sordum, cevap gelmeyince aradım. Hala Erdek'telermiş. Dün müdür çağırmış, sömestreye kadar orada kalması daha iyiymiş, ama tabii mahkeme kararı varmış, karar benimmiş. Biraz müzakere ettik; ben "zaten notları bozulmuş, o okulda kalmasının ona bir faydası yok, getir ki bir an önce çalıştırmaya başlayayım, hatta ders kitaplarını da getir" diye girdim lafa. O ise hala "bu bir hukuk hatası, Yargıtay'da nasıl olsa bozulacak" diyor, ama "ben o zaman da İstanbul'da kalsın diyorum, Bandırma'da ne de olsa İstanbul kadar iyi eğitim alamaz" da diyor. Neyse, sonunda 15.30 feribotuyla getireceğini söyledi. Annesi İstanbul'a inmek istememiş. Ben de o zaman anneme getir, orada olurum dedim. Sonra baktım 15.30'da feribot yok, arayıp 18.30'da feribot olduğunu söyledim. Aa öyle mi, ama ben baktıydım, allah allah, neyse sağol vs (hayırdır) 21.30 gibi anneme getireceği üzerinde anlaştık sonuçta.
Günün kalanı öylesine geçti, yemek yaptım, biraz çalıştım, çamaşır yıkayıp astım, akşamı ettim. Ablam bu arada Fransa'dan mesaj atıp duruyor telefonuma, nasıl cesaret edersin, adam senin kafanı kırdı, hem kendini hem aileni tehlikeye atıyorsun diye diye benim de sinirlerimi bozdu. Ama sonuçta yeğenim ve ben annemde buluştuk, biraz sohbet ettik, 21.30 gibi geldiler. Kapıdan bıraktı. Kocaman bir torbada ders kitaplarını getirmiş, kalan ders kitapları da Nemo'nun sırt çantasında. "Konuşmayacak mıyız?" dedi. "Şimdi mi? Ne konuşacağız ki?", "okul filan", "şu anda bir şey yok, biz bayramda ders çalışacağız, bayramdan sonra seviye sınavına girecek" dedim, tamam dedi, Nemo'yla kucaklaştı ve gitti.
Nemo "ben sadece haftasonları geliyorken iyi davranıp, sonra hep kaldığımda kötü davranmak filan olmaz değil mi?" demez mi! Olur mu hiç öyle şey, daha neler diye rahatlattım. Bütün bayramı ders çalışarak geçirecek diye de çok endişelenmiş. Yeni okulda çocuklar nasıl olacak diye de çok kaygılı... ama yine de çok mutlu.
Sonra çıkıp evimize gittik; oyun oynadık, sohbet ettik, uyumak için bile zor ayrıldık.
Bunca sene bekledikten sonra, sonunda birlikteyiz, haftasonu bitti diye, tatil bitti diye ayrılmak yok!

21.11.09

Velayet Kararı Verildi!!!

Evvelsi gün, yani 19 Kasım'da duruşmamız vardı. Hakim sürpriz şekilde hem "velayet annenindir" dedi, hem de dünden itibaren Nemo'nun bana teslimi için tedbir kararı verdi. Oysa şimdiye kadar hep, karar kesinleşene kadar bulunduğu yerde kalır diyorlardı (temyize gidilirse bu en az 6 ay demekti).
O andan itibaren (akşam o telefona kadar) bulutların üstünde dolaştım; kah gözüm karardı, kah uyuştum, kah yıldızları gördüm. Cuma gidip icra ile almak için gerekli organizasyonu yaptım. Öyle de bir gün ki, 40 Çarşambanın işi bir günde... Senede 4-5 iş yemeğim olur, ikisi aynı gün, öğlen yabancı misafirlerle, akşam başka bir firmayla, çok önceden ayarlanmış... Akşam yemeğindeyken Mammut aradı.
"E artık mahkeme kararı da var, dağa kaçıracak değilim ya çocuğu, geçişi yumuşak yapmak lazım, esas annem için zor olacak, ben zaten buradaydım, haftada iki gün görüyordum, benim için değişen fazla bir şey yok, ama annem hayatını ona adadıydı, o da İstanbul'a gelecek şimdi tabii... ben yarın akşamüstü Bandırma'ya gideceğim, oturup anneme anlatırım, senin de çocuğun eğitimini ne kadar önemseyeceğini filan, zaten yabancı değil ki, annesisin, annem de aslında sana güvenir ama dış etkenler girdi araya, tatsızlıklar yaşandı... pazar günü alır annemi ve Nemo'yu gelirim, oturur konuşuruz, senden ricam, annemin içini biraz rahatlat, kadının çok emeği geçti Nemo'ya... ama annen eskileri açmadan durabilir mi, istersen annen olmasın, çünkü eskilerden açılırsa konu yine gerginlik yaşanır..." Tanımayan, yaptıklarını bilmeyen için ne kadar makul değil mi?
Ben de makul bulmuş gibi cevap verdim. "Prensipte ok" dedim; "pazar günü dışarıda bir yerde oturup bir çay içelim o zaman" dedim, "siz Nemo'yla birlikteyken bir yerlere gidiyorsunuzdur, Kanyon filan." (İşyeri Levent'te ya) Biraz tereddüt etti, "annem zor merdiven çıkıyor, öyle bir yere gelmesi zor" dedi. Ben de "dışarıda bir iş yemeğindeyim, daha uzun konuşursam ayıp olacak" dedim, sonra konuşur, bir yer buluruz diyerek kapattık.
Shrek'i arayıp bunu anlattığımda "bana mı soruyorsun, yoksa bilgi mi veriyorsun? soruyorsan, git yarın icrayla al. sen hala akıllanmadın mı?" diye gürledi.
Şimdiye kadar ne zaman böyle makul konuşsa, beni kandırıp arkadan bir iş çevirmek içindi. Bu sefer mahkeme kararı var diye farklı olabilir mi? Eğer bu haftasonu adres değiştirecek, çocuğu kaçıracaksa, bunu ilk görüşme tarihinde, yani Aralık'ın ilk haftasonunda da yapabilir, çünkü artık her ayın 1. ve 3. haftasonu görecek olan o.
Beni bundan sonra diyalog, yeni sayfa vs diye kandırmaktan başka ne çıkarı olabilir? Sıra kendine geldiğinde katı kurallarla karşılaşmamak, icra ile gelip gitmek zorunda kalmamak mı? Çok mu iyimserim?
Diyalog mümkünmüş gibi davranmam hataydı belki de, çünkü karar çıktığında, oğlanı alacağım diye neşe içindeyken, kutlama havasındayken, bugün endişeli, hatta korku ve kaygı içinde, yüzüm 3 saat uykuyla durmaktan şiş halde dolaşıyorum. İçinde dolaşan tilkilerden başım zonkluyor, insanların dediklerinin yarısını duymuyorum. Şimdiye kadar ne zaman böyle korksam başımıza kötü bir şey geldi...
Pazar oğlanı getirip getirmediğini görene kadar bana rahat yok... Getirmezse de kovalamaca başlayacak, yine dedektifçilik oynanacak, yine peşine adam takılacak vs. düşünmek bile istemiyorum ama mümkün mü?
Ablam da Cuma gitmediğimi duyunca Fransa'dan "Sen gitseydin hukuk yaninda olacakti, hersey belgeli olacakti. Okuldan alacaktin. Simdi yine mamutun arzu ettigi sekilde belgesiz, avukatsiz, vs. olacak olursa ve yok eve getireyim, yok disarda bulusalim, vs. vs. Adam seni dovdu, saclarindan surukledi, annemize kufretti, eve saldirdi; annesi bizim annemize bagirdi, okula sokmadi. Sen bugune kadar hukuktan sasmadin, simdi neden bu isi "teslim alma proseduru" ile yapmiyorsun? Seni yine kandirabildi, yaaaa, inanamiyorum !!!" diye yazmış.

Hoş benim de bir yarım öyle diyor, diğer yarım ise "nasıl olsa mahkeme kararı cebimde, getirmezse yine icrayla giderim, şimdi makul davranmasının onun işine geleceği bir döneme giriyoruz, kendi rızasıyla veriyormuş pozu atmasına izin verirsem daha uzun süre kontrol altında kalabilir". Belgeli veya belgesiz teslim almamın yasal bir etkisi yok; ama onun üstünde psikolojik etkisi var. Elbette getirmeyeceğinden endişe ediyorum ama kaçıracaksa bunu ilk aldığında da yapabilir, her ayın 1. ve 3. haftasonu alma hakkı var. Annesini bahane ederek, diyalog içinde, oturup konuşarak, esas önemli olan çocuğun istikbali vs. muhabbetiyle bırakayım dedi. Yalnız gidecek değilim, yeğenimle eşine haber vereceğim. Eski konuları hiç açmadan, iki deliyle konuşur gibi, rolümüzü yapıp çocuğu alıp yolumuza gidelim. Yok dışarıda olmaz, eve gelin vs durumuna getirirse işler sertleşecek mecburen. O zaman icra tek çözüm. Oraya vardıracağını sanmıyorum.
Amaç Nemo'yu almak; Mammut'un burnunu sürtmek, yaptıklarının karşılığını vermek değil...

Ablamın cevabını aynen (sadece gerçek isimlerimizi blog isimlerimizle değiştirerek) aşağıya kopyalıyorum:
"Canim kardesim. Herseye ragmen iyi niyetini koruyor olmanin da guzel bir yani var. Umarim hersey gonlunce olur.
Ben getirmeyeceginden endise etmiyorum.
Getirmek ve cocugun iyiligi icin diyalog gibi ayaklarla senin su anki ailenin bir parcasi olmaya calisiyor.
Onun Nemo'nun babasi olmasi disinda ailemizle bir ilgisi yok ama sirf o sifatla sizin Shrek ile araniza girmeye gayret edecek, dikkat !!!
Gercek amacinin Nemo'nun iyiligi olmadigini ve olmayacagini biliyoruz.
Yasananlarin yasanmamis oldugu gibi bir rol nasil yapilabilir, bilmiyorum ama zaten onu siz yapacaksiniz yaparsaniz.
Saldirgan bir hayvan oldugu icin ben icra yoluyla gidip almanin disinda bir yol uygulanmasindan endise ettim sadece.
Annesine gelince, bu konuyu acmak istemiyorum. Herkesin annesi kendine.
Hazmedemiyorum, onun istedigi gun, onun karar verdigi sekilde, onun istedigi yerde (cunku taviz bir kere verildi mi hep veriliyor maalesef), onun uygun gordugu sekilde !!!! Halbuki sen bugune kadar hep hukuken cerceve cizilsin ve o cerceve sinirlari icinde hersey olsun istedin. Neden? Adama guvenilmeyecegi icin. Simdi nasil oluyor da cercevenin disina cikabiliyorsun? Ayin birinci haftasonunda isim var, ikincisinde alayim dedigi zaman da kabul edeceksin mesela. Pazar aksami getirmeyeyim de Pazartesi benden okula gitsin de dediginde kabul edeceksin aman sinirlenmesin diye. Halbuki o senin Nemo ile telefonda bile konusmana izin vermedi. Simdi tam hersey tam tersine donmusken, yani 1. ve 3. haftasonlarinda gorme hakki ona verilmisken, diyalog ayaklari ile istedigi herseyi sana kabul ettirecek. Daha sık gormek, eve gelip almak, annesini mutlu etmek icin ne olacak canim birkac gun de babaannesinde kalsin falan. Oyle ya, bunlar mantikli istekler. Sifirlayalim herseyi.
Zaten o mahkeme kararlarinin kendisine sokmeyecegini soylemisti en bastan.
Neyse, bu arada Shrek'i ihmal etmemeni tavsiye ederim.
Seni cok seviyoruz, canim kardesim."

Mammut'un içindeki şiddet dürtüsünü sürekli kontrol edemeyeceğini ben de düşünüyorum; temkini elden bırakacak değilim, sorun çıkarmasın diye her istediğini kabul edecek de değilim. Ama ablamın "hazmedemiyorum" demesinden, aklıyla değil, duygularıyla yazdığını da düşünüyorum.

Şu Pazar'ı kazasız belasız atlatsak, Nemo'yu alıp eve gelsem, o zaman şenlik başlayacak; henüz sevincim kursağımda...

10.11.09

Satürn



Komik bulabilirsiniz ama 2003 ortasından 2005 sonuna kadar Satürn'ün Yengeç'in 1.evinde olduğunu öğrendiğimden beri ben bu işe inanıyorum; en azından bir ihtimal olarak gerçekliğini yoksaymıyorum. 1. ev, yani en temel özelliklerimizi, doğal eğilimlerimizi, en derin arzularımızı kapsayan ev... Eğer o güne kadar doğru adımlar attıysanız sorun olmayan, ama aksi takdirde Satürn ziyaret ettiğinde hallaç pamuğu gibi atılan ev... Benim Mammut'tan ayrıldığım, evimi, yaşam şeklimi değiştirdiğim, önceki hatalarımın bedelini ödediğim, çok acı çektiğim, oğlumdan ayrı düştüğüm yıllarım... Belki tesadüf, ama işte bu yüzden ben Satürn'ün etkisine inanıyorum artık.

Öncelikle astrolojist.com'dan kısaltılmış alıntı:
"Satürn, değerli şeylerin ancak detaylara çok dikkat ederek, azim, bağlılık ve kararlılıkla elde edildiğini öğretir. Bu görev gezegeni aynı zamanda tedbirli olmayı, gecikmeyi, kısıtlanmayı, eksilmeyi, daralmayı, sorumluluğu, kural ve uygulamaları, acıyı, korkuyu, otoriteyi, disiplini, kontrolü ve yadsımayı yönetir. Satürn hata arar, hatayı bulduktan sonra problemi çözmek için yerimizden kalkıp harekete geçene kadar o alanlarda baskı uygular. Üzerimizdeki uyuşukluğu atmamızda hiçbir gezegen Satürn kadar etkili olamaz. Satürn, çare bulmamız için acının kaynağına konsantre olmamızı sağlar. Onun derslerini asla görmemezlikten gelemezsiniz. Satürn ciddi, pratik ve gerçekçi olmanın, aynı zamanda ekonomik, tutumlu ve tutucu olmanın değerini öğretir. Hemen yüzünüzü ekşitmeden önce şunu düşünün: Satürn olmasaydı, hayatta ilerleyemez ve gelişemezdik. Satürn’ün Güneş’e kavuşum yapması tüm Satürn etkileri içinde en zor olanı olarak kabul edilir. Satürn yıldız haritanızda aktif olduğu zaman, başlanılan girişimler çok başarılı olabilir zira çok çalışmaya gönüllüsünüzdür ve yaptığınız işe kendinizi adarsınız. Bu nedenle işinizin gelecekte de devam etmesini sağlayan çok derin ve sağlam temeller atmış olursunuz. Satürn bizi ensemizden yakalar ve en korktuğumuz şeyle yüzleşmeye zorlar. Satürn yıldız haritanızda belirli bir noktaya dokunduğu zaman, o alanda bir çeşit yavaşlama veya duraksama yaşarız. Satürn soğuk ve buz gibidir. Bu gezegenin aynı zamanda ağır ve kasvetli bir etki getirdiği kabul edilir. Yine de Satürn’ün bu yaptıklarının iyi bir nedeni vardır – dikkatinizi çekmek amacıyla bunları yapar. Satürn öğretici gezegendir ve olgunlaşmamıza yardımcı olur; sabır ve fedakarlığın değerini, aynı zamanda sorumluluk almanın ve güvenilir olmanın gerekliliğini öğretir. Satürn Zodyak’ın çevresini yirmi dokuz senede turlar ve her burçta iki buçuk sene kalır."
Evler (yine astrolojist.com'dan alıntı);
"Her gezegen on iki takım yıldızı (zodyaktaki on iki burç) arasında yol alırken, her burca ait on iki evden birinden geçer. Her ev hayatın farklı alanlarını yönetir; ilişkiler, evlilik, çocuklar, kariyer, iş arkadaşları, öğrenim, seyahat, ve yuva. Hatta bir tanesi benliğinizi ve dış görünüşünüzü yönetir. Gezegenler Güneş etrafında dönerken sürekli bu evlerin içinden geçerler."
Okuduğuma göre Satürn Terazi'ye girmiş ve 2012'ye kadar da orada kalacakmış.
Terazi hangi burcun kaçıncı evine rastlıyor hesabı anladığım kadaruyla basit. Parmak hesabıyla kendi burcunuzu 1 kabul ederek sayıyorsunuz.
Mesela Yengeç'in 4. evine rastlıyor. (Yengeç 1, Aslan 2, Başak 3, Terazi 4) Dördüncü ev ne demek derseniz, "yuvanızdır – görünüşü, yeri ve bu alanı kiminle paylaştığınızla ilgilidir. Evinize gelen misafirler, evinizde tamirat ve yenilikleri yapan ya da çimlerinizi kesen kişi veya bebek bakıcıları da bu eve dahildir. Aynı zamanda ev aile huzurunu bozan bireyleri yönetir. Aile yaşamı, ev satın alma ya da satma veya kiralama gibi emlakla ilgili tüm işler dördüncü evle ilgilidir. Bu ev, hayatınızın temel taşları olan ebeveynlerinizi ve onlarla olan ilişkinizi yönetir. Son olarak da dördüncü ev hayatınızın ileri döneminde sahip olacağınız yaşam tarzınızı belirler, zira dördüncü ev mecazi anlamda günün sonu demektir." denmiş astorlojist.com'da.
Terazi, Koç'un ise 7.evi. (Koç 1, Boğa 2, İkizler 3, Yengeç 4, Aslan 5, Başak 6, Terazi 7)
Alıntıya devam: "Yedinci ev, evlilik, iş ortaklıkları ve iki taraf ya da kişi arasında resmi anlaşma ile bağlı olunan birliktelikleri yönetir. İki taraf ya da kişi arasındaki bu “anlaşma” yazılı veya sözlü olabilir. Bu ev, hem anlaşmaya varılmasını, hem de anlaşmazlık durumunu kapsar. Size karşı olanlar, düşmanlar, rakipler ve aynı zamanda en sadık yandaşlarınız da bu evin kapsamı içindedir. Bu ev aynı zamanda sizin için çalışan uzman ve profesyonelleri yönetir: avukat, ajans veya sizi temsil eden ya da sizinle işbirliği yapan diğer kişiler. Çoğu kişi için yedinci ev, evlilik ortağının statüsünün en belirgin işaretidir. Bu ev, hayatınızdaki önemli kişiden en çok ne beklediğinizi ve aranızdaki ilişkiyi tarif eder. Unutmayalım ki romantik aşk beşinci ev tarafından yansıtılır ama bir kez bağlılık sözü verildi ise ilişki yedinci eve taşınır."
Diğer evler hayatın hangi alanlarını yönetiyor diye merak edenler http://www.astrolojist.com/ da okuyabilirler.

8.11.09

Arayı Fazla Açmadan

29 Ekim’den önceki hafta liseden kızlarla, Avusturya’da yaşayan arkadaşımızın İstanbul’da olması bahanesiyle akşam yemeğine gittik. Son birkaç yıldır senede 2-3 kez yaptığımız bu programlar sayesinde İstanbul’un popüler yerlerinden birkaçını görmüş oldum; Ortaköy House Cafe, Bebek Kitchenette, Bebek Lucca’dan sonra bu kez de Nişantaşı Zazie... Onlar da olmasa ev-iş ve bildiğimiz birkaç yer arasında mekik dokuyoruz.
Önceleri bütün sınıf buluşmaya başlamıştı, senede 1-2; sonra grup daraldı, hazırlık sınıfındaki 30 kişilik sınıfımızdaki 8 kız –sonradan gidenler ve yeni gelenler oldu elbette- buluşur olduk. İlk buluşmalar, “bunca yıl sonra, birbirimizi ne kadar da iyi anlıyoruz, dünya görüşlerimiz ve görgülerimiz ne kadar da aynı” coşkusuyla doluydu; halbuki lisede birkaçıyla ne kadar iyi arkadaşsak, diğerleri de o kadar farklı gelirdi. Sonraları, hala lisedeki kadar apayrı olduğumuzu görmeye başladık. Bu sefer de 43 yaşımızda şık bir restoranda bir araya gelip, önce saç baş, çoluk çocuk konuşup, sonra politika, ülkenin hali, facebook gençliği üzerine tartışıp ayrıldık. Bir ara blog lafı geçti, daha doğrusu bu bloğu bilen en yakın arkadaşım blogum olduğunun anlaşılacağı bir şey söyledi; tabii birileri hemen “aa, bloğun mu var, adresini versene” dedi, “ne üstüne?” diye soran oldu; o ağzından kaçıran arkadaşım “yemek tarifleri filan” deyip geçiştirdi; ben de o arada lafı karıştırdım. Aslında burada onların okumasını istemeyeceğim bir şey yazmıyorum, adresi verebilirdim de; sadece bir an, yumuşak karnını olası tehlikelere karşı sağlama alan yengeç ruhum kontrolü ele aldı. Sonra da tartışma blog-facebook ekseninde, gençlerin kendini olduğundan farklı göstermeye çalışmaları ya da tüm özel hayatlarını ortaya sermeleri arasında gitti geldi. İşin komiği, ben kendimi facebook’u savunur buldum. Kendini "konzervatif" olarak tanımlayan bir arkadaşımız, facebook ile gençlerin kendilerini olduğundan farklı göstermeye çalışmalarını, ne popülerse ona öykündüklerini, tanıdığı ve mazbut olarak bildiği bir gençkızın facebook’taki şuh fotoğraflarla popülerleşme çabasını eleştiriyordu. “Özel hayatın mahremiyeti kalmadı, herşey anlatılacak bir haber, biriyle çıkmaya başladığını veya ayrıldığını facebook’ta duyuruyorlar, vitrine konulacak ve alınıp tüketilecek metalar, vs” Ben de –aklımda blogum var ya- facebook’u suçlamanın anlamsızlığından girip, habere ulaşmak ve içerik oluşturmak bu kadar kolaylaşınca bu eğilimin normal olduğundan çıktım. “Sanal ortamda paylaşılanlar, istenirse herkesle değil, sadece arkadaşlarla paylaşılabiliyor, ya da anonim kalınabiliyor; bu ifade özgürlüğüdür” diye karşı çıktım. Ve gözümün önünde canlandı bir an, 63’ümüze gelmişiz, süslenip püslenip, en iyi halimizle görünmeye çalışıp, herkes emekli olduğu için öğle yemeğinde buluşmuşuz, ve hala tartışıyoruz, çünkü fikirleri, bakış açılarını çarpıştırmayı, sanki ikna edebilirmişiz gibi davranmayı hala seviyoruz.
O yemek sırasında telefonum çaldı, bir baktım Mammut arıyor. Açtım, “Merhaba Dory” dedi, “merhaba?”.
“Sen bu haftasonu mu alacaktın Nemo’yu?”.
“Yok, Ekim 5 haftasonu çekiyor ya, bu haftasonu değil bir sonrakinde alacağım”.
”Neyse, ben ne zamandır, hangi haftadır bilmiyorum ama, benim bu haftasonu İsviçre’ye gitme durumum var. Bu haftasonu sen alsan, sonra ki hafta ben müsaitim, ben Nemo’yla olsam olur mu?”.
“Sen mi getireceksin?”
“Sana getirmem tabii, annene bırakırım.”
“Neyse, benim için sorun değil, olabilir. 29 Ekim ve ertesi gün de tatil hem.”
“Öyle demedim, 4 gün filan değil. Ayrıca programım kesin de değil; ne zaman gideceğimi tam bilmiyorum.”
“Neyse işte, benim başka bir programım yok; şimdiden kesin söylemen de gerekmiyor; bu haftasonu bırakırsan sonraki hafta gelmem.”
“Tamam, iyi akşamlar”
“İyi akşamlar”
Kızlar “kimdi o?” deyince konuşmayı anlattım; “hadi bakalım, iyi iyi, belki de bundan sonra böyle olacak; diyalog vs” diye iyimser senaryolar döküldü hemen. Ben hiç zannetmiyorum... Sonrasında da altından ne çıkacak diye şüpheyle bekledim. O haftasonu ses seda çıkmadı. Geçen Cuma ben gittim, Nemo’yu olaysız –babaanneden ve icrayla tabii- aldım ama o ana kadar da aklımdan komplo teorileri ürettim.
Nemo televizyonda bir uzmandan dinlemiş, arı poleni yemeklerden sonra yenirse şişmanlatır, yemeklerden önce yenirse zayıflatırmış. Deneyeceğimi söyledim, hatta birlikte dışarıdayken onu ciddiye aldığımı göstermek için bir balcıya sokup polen de aldım. Bir kaşık denedim de, ne korkunç bir tat o öyle... Biraz araştırıp doğrulamadan devam etmedim, şu aralar iş yoğunluğundan araştırmaya da vakit bulamadım, bizim polen buzdolabında bekliyor şimdilik. Üstelil yemek öncesi yenince iştah kesip daha az yenecek diye zayıflattığını iddia ediyorlarsa, benim gibi kilolarını tok hissediyorken yediklerine borçlu birine zaten yaramaz.
Konuyu açmışken, ne olacak benim bu halim? Kilo veremiyorum. Daha doğrusu diyet yapamıyorum. Hafta içi şirkette çok iyi; bir kepekli tosttan kahvaltı, ara öğün meyva, öğle yemeği genelde salata – ton balıklı, tavuklu, üzeri yoğurtlu ıspanaklı, brokoli-karnıbaharlı, vs-, bir kepekli roll, akşamüstü ara öğün meyvası, 2-3 ceviz veya badem, buraya kadar gayet iyi. Gün boyu 2 litre su, o da tamam. Akşam yemeğinden sonra kurt adama dönüşüyorum. İki gün insan gibi dursam, üçüncü gün kurt adama dönüşüyorum. Yemek hazırlarken mutfakta ıvır-zıvır atıştırıp duruyorum. Misafirlere yaptığım tatlının kalanı, misafirlerin getirdiği tatlının kalanı, misafirlere yaptığım ekmeğin kalanı derken ipin ucu kaçıyor. Dönüp dönüp “Mevsimlerden Roma”yı okuyorum, havaya giriyorum, çıkmam en fazla 36 saat... Hele bu Erdek yolculuklarında yediklerimin haddi hesabı yok. Annemin Nemo yer diye yanına aldıklarının hepsini ben bitiriyorum, Nemo da içeceklerin hepsini bitiriyor, o şekerli aromalı suni şeyleri içiyor. Off... Saçlarımı biraz daha kısa kestirdim (aslında kuaför kesti, ben istediğimden değil), modern ve bakımlı duruyor; ben de içimden “artık spor yapmamak için bahanem de kalmadı, yıka-kurut-çık hepsi 10 dk” diyorum demesine de olmuyor bir türlü. Akşam 18 gibi bütün enerjim tükenmiş oluyor. Shrek de beni motive etmeye çalışıp zayıfken ne kadar güzel olduğumu, kilolu olmanın bana yakışmadığını söylüyor; bu taktik beni hırslandırıp iki gün işe yarasa üçüncü gün daha beter oluyor. Kısa saçlarımla eve döndüğümde de –üstelik “kökü bende nasılsa:(” diye mesaj atıp onu hazırlamaya çalışmama rağmen- “hah tamam, artık kimse sana yan gözle bakmaz” dedi! (Yengeç-Koç ilişkilerine bu yüzden zor diyor astrologlar. Koç'un doğruculuğuna ve lafı doğrudan, etkisini düşünmeden dan diye söyleyivermesine alınmamak zor...) Gerçi bu lafın etkisi iki değil, 5 günlük bir diyet oldu ama sonra bir iş seyahati girdi araya, yine bozuldu. Sanırım diyet yapmak için zayıflamam gerektiğini gerçekten -ama gerçekten- kabul etmem lazım; bunu kabul etmek de iyi görünmediğimi kabul etmek demek. "Zayıflamam gerekiyor" düşüncesinden "bu halimle güzel değilim" hissi, o bir dilim pastayı yemek davranışından ise "bu halimle güzelim" hissi çıkıyor. Anlıyor musunuz? Biraz karmaşık. Ama sonra aynada, camda kendimi görüyorum, "aman Allahım, orada şişman orta yaşlı bir kadın var!!!" Ay kaçıncı kezdir yazıyorum bunları!?
Mesela şimdi buzdolabında Shrek'in Cumartesi akşamı merhum anneannesinin eski tarifine göre yaptığı sütlaç var. Sütün içinde pirinci 1,5 saat pişirip en son şekerini de ekleyip toplam 2 saat kısık ateşte pişirdi; çok pirinçli sevdiği için 2 litre süte 3 fincan pirinç (2 yeterli aslında) ve 1,5 su bardağı toz şeker... Aklım orada. Kilo muhabbetinden tarife dönen adam diyet yapabilir mi hiç?!
Daha anlatacaklarım var aslında; Garipçe köyü, Zekeriyaköy'de cadılar bayramı... Sonra Saturn'den biraz daha bahsedebilirim. Bir dahaki sefere.