29 Ekim’den önceki hafta liseden kızlarla, Avusturya’da yaşayan arkadaşımızın İstanbul’da olması bahanesiyle akşam yemeğine gittik. Son birkaç yıldır senede 2-3 kez yaptığımız bu programlar sayesinde İstanbul’un popüler yerlerinden birkaçını görmüş oldum; Ortaköy House Cafe, Bebek Kitchenette, Bebek Lucca’dan sonra bu kez de Nişantaşı Zazie... Onlar da olmasa ev-iş ve bildiğimiz birkaç yer arasında mekik dokuyoruz.
Önceleri bütün sınıf buluşmaya başlamıştı, senede 1-2; sonra grup daraldı, hazırlık sınıfındaki 30 kişilik sınıfımızdaki 8 kız –sonradan gidenler ve yeni gelenler oldu elbette- buluşur olduk. İlk buluşmalar, “bunca yıl sonra, birbirimizi ne kadar da iyi anlıyoruz, dünya görüşlerimiz ve görgülerimiz ne kadar da aynı” coşkusuyla doluydu; halbuki lisede birkaçıyla ne kadar iyi arkadaşsak, diğerleri de o kadar farklı gelirdi. Sonraları, hala lisedeki kadar apayrı olduğumuzu görmeye başladık. Bu sefer de 43 yaşımızda şık bir restoranda bir araya gelip, önce saç baş, çoluk çocuk konuşup, sonra politika, ülkenin hali, facebook gençliği üzerine tartışıp ayrıldık. Bir ara blog lafı geçti, daha doğrusu bu bloğu bilen en yakın arkadaşım blogum olduğunun anlaşılacağı bir şey söyledi; tabii birileri hemen “aa, bloğun mu var, adresini versene” dedi, “ne üstüne?” diye soran oldu; o ağzından kaçıran arkadaşım “yemek tarifleri filan” deyip geçiştirdi; ben de o arada lafı karıştırdım. Aslında burada onların okumasını istemeyeceğim bir şey yazmıyorum, adresi verebilirdim de; sadece bir an, yumuşak karnını olası tehlikelere karşı sağlama alan yengeç ruhum kontrolü ele aldı. Sonra da tartışma blog-facebook ekseninde, gençlerin kendini olduğundan farklı göstermeye çalışmaları ya da tüm özel hayatlarını ortaya sermeleri arasında gitti geldi. İşin komiği, ben kendimi facebook’u savunur buldum. Kendini "konzervatif" olarak tanımlayan bir arkadaşımız, facebook ile gençlerin kendilerini olduğundan farklı göstermeye çalışmalarını, ne popülerse ona öykündüklerini, tanıdığı ve mazbut olarak bildiği bir gençkızın facebook’taki şuh fotoğraflarla popülerleşme çabasını eleştiriyordu. “Özel hayatın mahremiyeti kalmadı, herşey anlatılacak bir haber, biriyle çıkmaya başladığını veya ayrıldığını facebook’ta duyuruyorlar, vitrine konulacak ve alınıp tüketilecek metalar, vs” Ben de –aklımda blogum var ya- facebook’u suçlamanın anlamsızlığından girip, habere ulaşmak ve içerik oluşturmak bu kadar kolaylaşınca bu eğilimin normal olduğundan çıktım. “Sanal ortamda paylaşılanlar, istenirse herkesle değil, sadece arkadaşlarla paylaşılabiliyor, ya da anonim kalınabiliyor; bu ifade özgürlüğüdür” diye karşı çıktım. Ve gözümün önünde canlandı bir an, 63’ümüze gelmişiz, süslenip püslenip, en iyi halimizle görünmeye çalışıp, herkes emekli olduğu için öğle yemeğinde buluşmuşuz, ve hala tartışıyoruz, çünkü fikirleri, bakış açılarını çarpıştırmayı, sanki ikna edebilirmişiz gibi davranmayı hala seviyoruz.
O yemek sırasında telefonum çaldı, bir baktım Mammut arıyor. Açtım, “Merhaba Dory” dedi, “merhaba?”.
“Sen bu haftasonu mu alacaktın Nemo’yu?”.
“Yok, Ekim 5 haftasonu çekiyor ya, bu haftasonu değil bir sonrakinde alacağım”.
”Neyse, ben ne zamandır, hangi haftadır bilmiyorum ama, benim bu haftasonu İsviçre’ye gitme durumum var. Bu haftasonu sen alsan, sonra ki hafta ben müsaitim, ben Nemo’yla olsam olur mu?”.
“Sen mi getireceksin?”
“Sana getirmem tabii, annene bırakırım.”
“Neyse, benim için sorun değil, olabilir. 29 Ekim ve ertesi gün de tatil hem.”
“Öyle demedim, 4 gün filan değil. Ayrıca programım kesin de değil; ne zaman gideceğimi tam bilmiyorum.”
“Neyse işte, benim başka bir programım yok; şimdiden kesin söylemen de gerekmiyor; bu haftasonu bırakırsan sonraki hafta gelmem.”
“Tamam, iyi akşamlar”
“İyi akşamlar”
Kızlar “kimdi o?” deyince konuşmayı anlattım; “hadi bakalım, iyi iyi, belki de bundan sonra böyle olacak; diyalog vs” diye iyimser senaryolar döküldü hemen. Ben hiç zannetmiyorum... Sonrasında da altından ne çıkacak diye şüpheyle bekledim. O haftasonu ses seda çıkmadı. Geçen Cuma ben gittim, Nemo’yu olaysız –babaanneden ve icrayla tabii- aldım ama o ana kadar da aklımdan komplo teorileri ürettim.
Nemo televizyonda bir uzmandan dinlemiş, arı poleni yemeklerden sonra yenirse şişmanlatır, yemeklerden önce yenirse zayıflatırmış. Deneyeceğimi söyledim, hatta birlikte dışarıdayken onu ciddiye aldığımı göstermek için bir balcıya sokup polen de aldım. Bir kaşık denedim de, ne korkunç bir tat o öyle... Biraz araştırıp doğrulamadan devam etmedim, şu aralar iş yoğunluğundan araştırmaya da vakit bulamadım, bizim polen buzdolabında bekliyor şimdilik. Üstelil yemek öncesi yenince iştah kesip daha az yenecek diye zayıflattığını iddia ediyorlarsa, benim gibi kilolarını tok hissediyorken yediklerine borçlu birine zaten yaramaz.
Konuyu açmışken, ne olacak benim bu halim? Kilo veremiyorum. Daha doğrusu diyet yapamıyorum. Hafta içi şirkette çok iyi; bir kepekli tosttan kahvaltı, ara öğün meyva, öğle yemeği genelde salata – ton balıklı, tavuklu, üzeri yoğurtlu ıspanaklı, brokoli-karnıbaharlı, vs-, bir kepekli roll, akşamüstü ara öğün meyvası, 2-3 ceviz veya badem, buraya kadar gayet iyi. Gün boyu 2 litre su, o da tamam. Akşam yemeğinden sonra kurt adama dönüşüyorum. İki gün insan gibi dursam, üçüncü gün kurt adama dönüşüyorum. Yemek hazırlarken mutfakta ıvır-zıvır atıştırıp duruyorum. Misafirlere yaptığım tatlının kalanı, misafirlerin getirdiği tatlının kalanı, misafirlere yaptığım ekmeğin kalanı derken ipin ucu kaçıyor. Dönüp dönüp “Mevsimlerden Roma”yı okuyorum, havaya giriyorum, çıkmam en fazla 36 saat... Hele bu Erdek yolculuklarında yediklerimin haddi hesabı yok. Annemin Nemo yer diye yanına aldıklarının hepsini ben bitiriyorum, Nemo da içeceklerin hepsini bitiriyor, o şekerli aromalı suni şeyleri içiyor. Off... Saçlarımı biraz daha kısa kestirdim (aslında kuaför kesti, ben istediğimden değil), modern ve bakımlı duruyor; ben de içimden “artık spor yapmamak için bahanem de kalmadı, yıka-kurut-çık hepsi 10 dk” diyorum demesine de olmuyor bir türlü. Akşam 18 gibi bütün enerjim tükenmiş oluyor. Shrek de beni motive etmeye çalışıp zayıfken ne kadar güzel olduğumu, kilolu olmanın bana yakışmadığını söylüyor; bu taktik beni hırslandırıp iki gün işe yarasa üçüncü gün daha beter oluyor. Kısa saçlarımla eve döndüğümde de –üstelik “kökü bende nasılsa:(” diye mesaj atıp onu hazırlamaya çalışmama rağmen- “hah tamam, artık kimse sana yan gözle bakmaz” dedi! (Yengeç-Koç ilişkilerine bu yüzden zor diyor astrologlar. Koç'un doğruculuğuna ve lafı doğrudan, etkisini düşünmeden dan diye söyleyivermesine alınmamak zor...) Gerçi bu lafın etkisi iki değil, 5 günlük bir diyet oldu ama sonra bir iş seyahati girdi araya, yine bozuldu. Sanırım diyet yapmak için zayıflamam gerektiğini gerçekten -ama gerçekten- kabul etmem lazım; bunu kabul etmek de iyi görünmediğimi kabul etmek demek. "Zayıflamam gerekiyor" düşüncesinden "bu halimle güzel değilim" hissi, o bir dilim pastayı yemek davranışından ise "bu halimle güzelim" hissi çıkıyor. Anlıyor musunuz? Biraz karmaşık. Ama sonra aynada, camda kendimi görüyorum, "aman Allahım, orada şişman orta yaşlı bir kadın var!!!" Ay kaçıncı kezdir yazıyorum bunları!?
Mesela şimdi buzdolabında Shrek'in Cumartesi akşamı merhum anneannesinin eski tarifine göre yaptığı sütlaç var. Sütün içinde pirinci 1,5 saat pişirip en son şekerini de ekleyip toplam 2 saat kısık ateşte pişirdi; çok pirinçli sevdiği için 2 litre süte 3 fincan pirinç (2 yeterli aslında) ve 1,5 su bardağı toz şeker... Aklım orada. Kilo muhabbetinden tarife dönen adam diyet yapabilir mi hiç?!
Daha anlatacaklarım var aslında; Garipçe köyü, Zekeriyaköy'de cadılar bayramı... Sonra Saturn'den biraz daha bahsedebilirim. Bir dahaki sefere.