29.6.08

Ada Macerası

Evi aldığımızda, banyoyu yenilememiz gerekeceğini biliyorduk, ama kredi borcu bitene kadar dayanmayı ümit ediyorduk. Olmadı... Bizim salonun banyoya komşu duvarı kabardı, dayandık. Küvetin yanında silikon çektik. Alt komşunun tavanı kabardı, dayanamadık. Tesisatçı geldi, küvetin gideri tıkanmış, geri veriyordur dedi. Eski tip seramik küvet.. Kırmadan altındaki tesisata erişilmiyor ki... E küveti kırmışken bari bütün su tesisatını yenileyelim.. E yer seramikleri nasılsa kırılacak, bari duvarlar da yenilensin diye diye kendimiz hem banyoyu hem hemen yanındaki küçük tuvaleti yaptırırken bulduk.
Geçen Pazartesi kırım başladı; salı ve çarşamba tesisat yenilendi; perşembe sıva yapıldı. Evde banyo ve tuvalet olmayınca biz de Shrek'lerin adadaki evine gittik. Akşam iş çıkışı Bostancı'dan vapur, Kabataş'tan deniz otobüsü, Kabataş'tan vapur seçeneklerini denedim; en güzelinin Kabataş'tan vapur olduğuna karar verdim. Hem de açık farkla...
Arabayı 4.Levent'e park edip metroyla Taksim, oradan funikülle Kabataş'a gidip, 18.30'daki Heybeli-Büyükada vapuruna binip, arka açıkta yer buldum mu keyfime diyecek yok. Kah kitabımı okuyup kah kafamı kaldırıp denizi seyrederek püfür püfür giderken aldığım zevki anlatamam. Adaya gittiğimde Shrek benden önce gelmiş, iskelenin arkasındaki bir çay bahçesinde beni bekliyor oluyor. Birer adaçayı içip biraz sohbet ediyoruz. Çarşıdan akşam yemeğinin eksiklerini tamamlayıp eve doğru yürüyoruz. O kadar hareketsiz yaşıyoruz ki bu yokuş yukarı yürüyüşler başta beni zorladı, ama üçüncü gün alışmaya başladım. Akşam yemeğimizi hazırlayıp balkonda yiyoruz. Martılar kapmasın diye sofrayı kurduktan sonra birimiz nöbetçi kalıyor. Pazartesi doğumgünümü sahilde rakı-balık ile kutladık. Atkins'e de uygun:) Sonraki günlerde de menü köfte-salata idi zaten. Yaşasın Atkins! Bu kadar çok şey yiyerek 6 kg verdikten sonra düşük karbonhidrat rejiminin baş savunucularından biri oldum çıktım...
Sabahları da martı sesleriyle uyanılıyor. Allahtan fazla geç yatmıyoruz. Zaten eve gitmemiz normal düzenimnizden çok daha geç oluyor. Yemek, çay, biraz TV, biraz kitap derken uykumuz geliyor. Internet de yok tabii, bilgisayarımı ofiste bırakmaya başladım. Blogumu güncellemem bu nedenle...
Apartmanın kapı girişinde "Lütfen kapıyı kapalı bırakınız. İçeri giren martılar ve kediler merdivenleri kirletiyorlar. Apartmanımızı temiz tutmak için, içeri girdikten sonra kapıyı kapatmaya özen gösterelim." yazılı bir kağıt asılı... "Ada nasıl?" diyen herkese bunu anlatıyorum. Shrek orada büyüdüğü için onun hiç dikkatini çekmeyecek bir şeyin beni bu kadar etkilemesine şaştı.
Bu akşam Shrek'in iş yerine uğradık, bunları orada yazıyorum. Geç vakit eve gidip orada uyuyacağız, çünkü yarın sabah 8'de bir toplantım var, adada kalırsak yetişemem. Akşam 21.30'da son bir bardak daha su içtim; şimdi sistemi eve gitmeden önce terk etmesi için burada oyalanıyoruz:) Yarın akşam da belki bir iş yemeğine katılmam gerekecek. Kurtulabilirsem yarın akşam adaya geçeriz, yoksa bir gece daha tuvaletsiz bir evde kalmamız gerekecek!
Bu da doğumgünümde ofise gelen lezzetli bir hediye... Çok güzel değil mi? Hem görüntüsü çok güzel, hem de lezzetliydi; hep beraber yedik. Özellikle çocukların çok hoşuna gidecek bir sürpriz olur diye meyvaları bitirdikten sonra yapılışını inceledik. Saksının en dibine çiçekçilerin kullandığı o sert süngerimsi malzemeden bir küp konmuş. Üstüne küçük bir göbek salata (atom) oturtulmuş; üstüne de -herhalde aralardan koyu yeşil görünsün diye- 2-3 yaprak kara lahana sarılmış. Dipten yukarı doğru tahta şiş çubukları saplanmış, meyvalar da bu şişlere... Ticari amaçla kopyalamasanız iyi olur; markanın web sitesinde patentli olduğu yazıyor (adını unuttum, sonra eklerim) , ama becerikli hanımların evlerinde yapmasına bir engel yok:)

14.6.08

Aile Dizimi II

Bugün tanık olduğum ve yaşadığım şey çok etkileyici bir deneyimdi. Aile dizimi hakkında okuduklarım ve dinlediklerim beni bu fikre hazırlamıştı ama katılmak bambaşka... Terapist danışana kısaca hayatındaki sorunu anlattırıyor ve birkaç soruyla ailesinden kimleri dizime katacağına karar veriyor. Ortadaki boş alana çağrılan ilk kişi kah danışanın annesi, kah mesleği, kah depresyonu oluyor. Onu hayatında rol oynayan diğer kişiler izliyor. O rolü kimin oynayacağına bazen terapist, bazen danışan karar veriyor. O rolü üstlenen kişiye kendini ortadaki alana bırakması söyleniyor. Bir süre sonra o alan, yaşananları başka bir düzlemde görebileceğiniz bir sahneye dönüşüyor. Birbirine sarılanlar, ağlayanlar, bağıranlar, hatta vuranlar, itenler oluyor.
Sabah 10'dan 17'ye kadar, bir saat öğlen yemeği molası, iki tane de ara olmak üzere 4 bölümden oluşan çalışmada dört dizim yapıldı. Mehmet Bey sezgileriyle hazır olanlardan seçiyor dizimi yapılacakları. Beni seçmedi. İlk ikisini izledim ve çok, ama çok ağladım. Öğleden sonraki ilk dizimde rol aldım. Karı-koca danışanın 18 yaşlarındaki manik-depresif kızıydım. Dizime katılanların kendilerini akışa bıraktıklarını ve içlerinden geldiği gibi davrandıklarını, bu sayede kollektif bilincin bir parçası olarak gerçeğe, o insanlar arasındaki dinamiklere ayna tuttuklarını okumuştum, ama oraya çıktığımda anladım ne olduğunu. Kah içimden depresyona sarılmak geldi, kah dürtüp duran maninin peşinden gitmek. Daha fazlasını anlatmak istemiyorum. Bir saatliğine o ailenin dramına ortak oldum.
Benim dizimim yapılmadığı için beklediğim çözülmeyi ve aydınlanmayı yaşamadım ama dizime katılmakla dizimin nasıl işlediğini çok daha iyi anlamış oldum. Artık daha da merakla bekliyorum zamanını. Ve sanırım başka birinin yönettiği bir dizime katılmaya cesaret edemem. Bu çok ciddi bir iş.
Birkaç alıntı:
Depresyon kişinin içindeki boşluktur. Ait hissetmeyenlerin içinde boşluk olur.
Sevgi akamıyorsa, tıkanmışsa, başınız ağrır.
Meslek babayı, para anneyi temsil eder. Meslek aracılığıyla para kazanırız. Para yaşamdır, parasız yaşanmaz. Yaşam da baba aracılığıyla anneden akar.
Babanın yokluğunu telafi etmek için kocanın baba rolünü de üstlenmesi beklenir ama nafiledir.

9.6.08

Aile Dizimi

2005 yılında Kuzey Ege'de bir Yunan adası olan Alonnisos'un pırıl pırıl berrak denizli Votsi koyunda Alman bir kadınla tanışmıştım. Ben henüz farkında değildim ama o gün kumsalda bir o, bir ben, bir de genç bir adam vardı. Kadın yanıma gelip oturarak adamın sürekli ona baktığını, biraz birlikte oturup konuşursak adamın ümidi kesip gideceğini umduğunu söyledi. Havadan sudan konuşurken laf lafı açtı, biz akşama kadar çene çaldık. Ertesi gün de aynı şekilde geçti. Konu sonunda benim hüzünlü hikayeme geldi. O zamanlar şimdiki gibi özetlemeyi de beceremiyordum, daha yara çok tazeydi. Öyle detaylara girdim ki, Mammut'un babasının ikinci eşinin hikayesini bile anlattım. Jinekolog olan babanın hastasıymış bir zamanlar. Adam o zaman evli, Mammut 17-18 yaşlarında, birer yaş aralıklı üç çocuğun ortancası. Kadın da evliymiş ve küçük bir oğlu varmış. İlişkileri ortaya çıktığında kocası kadını döverek sokağa atmış (Mammut'un annesinin anlatması); ardından da oğlunu bırakması kaydıyla hemen boşanmışlar. Daha sonra bu hikayenin doğru olup olmadığını kendisine sorduğumda öyle olmadığını söyledi. Onun anlattığına göre ne kendinin, ne kocasının koşulları çocuğa bakmaya uygun olmadığı için çocuğu babaanne büyütmüş, ama gider görürmüş, hala da görüşüyorlarmış.

Bu hikayeyi dinleyen plaj arkadaşım bana aile dizimi diye bir terapötik yöntemden bahsetmişti. Bu yöntemin babası olan adamın adını da o tatildeki günlüğüme not etmiştim: Bert Hellinger.

Tatil bitti, ben konuyu unuttum, zaten çok da aklım yatmamıştı. Seni tanımayan bir grup insan, senin hayatındaki ve ailendeki önemli kişilerin yerine geçiyorlar, içlerinden geldiği gibi diziliyorlar, kökleri geçmiş nesillerde olan düğümler çözülüyor vs.

Bir sene sonra Nemo'yu götürdüğüm psikolog hanım bana "peki siz nasılsınız? yardım alıyor musunuz?" dediğinde, "yok" demiştim, "kredi borcu ödüyorum, böyle bir yardıma ayıracak kaynağım yok". O da çabuk sonuç veren bir yöntem olarak bana aile dizimini önermişti. Bir psikoloğun da adını not ettirdiydi: Dr.Mehmet Zararsızoğlu. Ben yine üstünde durmadım, zaten Nemo'yla geçirdiğim yaz tatili sırasındaydı yanlış hatırlamıyorsam, unuttum gitti. Ama not kağıdını çantamda dolaştırdım. Sonra bir gün googleda aratayım dedim. Meğer Mehmet Zararsızoğlu zaten Hellinger Türkiye Enstitüsü'nü kurmuş, seminerler veriyormuş.

Ben tabii bir işe kalkışmadan önce dibine kadar araştıracağım ya, önce Hellinger'in Türkçe yayınlamış bütün kitaplarını aldım: Sevgi Düzenleri, Yardım Etmenin Düzenleri, Kabul Etmenin Özgürlüğü. Bu kitaplar da uzunca bir süre bir köşede durdu, zamanını bekledi. En sonunda 2007 Ekim'inde iş için Fas'a giderken bu üç kitabın en kalını olan Sevgi Düzenleri'ni yanıma aldım. Uzun uçak yolculuğu ve Kasablanka aktarması sırasında ağlaya ağlaya okudum. evrede tanıyabilecek kimse olmaması böyle durumlarda iyi oluyor. Döndükten diğer iki kitabı da biraz okudum, ama çoğu vakaların ortak olduğunu anladığım için tamamlamadım.

Üstünden yine bir süre geçti. Bu kez daha önce birlikte çalıştığımız bir arkadaş mail attı. Aile dizimi seminerine katılmış, beni düşünmüş, mutlaka katılmalıymışım. Bu olayon üstünden de birkaç ay geçti doğrusu.

Bugün içimden gelen bir dürtüyle web sitesine baktım, 14 Haziran'da bir seminer varmış. Hemen katılım formunu doldurup faxladım ve arkasından telefonla aradım.

"Aldınız mı? Az önce bir form faxladım."

"Evet", dedi telefona çıkan kadın. "Ama hangi seminer için bu?"

"Haklısınız, formda tarih yazılacak bir yer yoktu. Kastettiğim bu Cumartesi günkü seminer."
Kadın hafifçe güldü ve "Ama çok geç kaldınız, Ağustos'taki bile dolu. İptal eden olur, yer açılırsa sizi ararım."
"Peki, teşekkür ederim. Çok sevinirim."
Lütfen yer açılsın. Belki beni okuyorlardır ve katılımcı sayısını bir kişi arttırmaya karar verirler. Ya da katılımcılardan biri beni okuyordur ve acelesi yoktur, yerini bana vermeye karar verir. Offf!

8.6.08

Perşembe sabahı cep telefonumun alarmı çalmadan birkaç dakika önce mide bulantısıyla ve karnımda bir huzursuzluk hissiyle uyandım. Benim midem çok sağlamdır, hiç hazımsızlık çekmem veya yediğim bir şey dokunmaz. Hatta son 20 senede iki kez olduğu için gayet iyi hatırlıyorum; ilkinde 19 yaşımdaydım, liseden üç arkadaş Bodrum’a tatile gitmiş, bir pansiyonda kalıp dolmuş jiplerle her gün başka bir koya gidiyorduk. O yıllarda minibüsler değil, eski askeri jipler çalışırdı Bodrum merkeziyle köyleri arasında. Gümüşlük’te bir pansiyonun önündeki masalarda oturmuş, kaç gündür uzak kaldığımız ev yemeklerinden ısmarlamıştık. Sonra ben bir anda masanın üstüne çıkarıvermiştim midemdekileri. Hemen bir oda açıp yatırdılardı beni; yanımızda yedek giysi de yoktu ama geceyi orada geçirdiydik. Sahi, temiz giysi işini nasıl hallettiydik acaba? O kısmı belleğimden silinmiş. İkincisinde ise aniden başlayan bir üşüme ve titreme nöbetiyle ateşim çıkıp titreme halim biter bitmez çıkıverdiydi midemdekiler. Meğer üriner enfeksiyon geçiriyormuşum; sonradan anlaşıldıydı. Bu kez sadece midem bulanıyor. Birkaç gündür halsizim; sabahları 7.00’de kalkmak zor geliyor, ama ofise gidince işlere dalıp unutuyorum. Akşam işten çıkıp Shrek'i deniz otobüsünden almak üzere İstinye’ye giderken başım ağrımaya başlıyor, “açlıktandır” deyip geçiştiriyorum. Eve gidince, akşam yemeği hazırlamaya girişmeden önce biraz uzanıp dinleniyoruz. Aklımdan “evde çocuk olsa böyle dinlenemezdik” diye geçiyor. Ama belki de bu kadar bitkin olmazdık, yaşam enerjimiz daha yüksek olurdu, sıkı sıkı tutunurduk yaşama.

Perşembe ofiste öğlene kadar dayanabildim, sonra kendimi eve ve yatağa attım. Sabah kalktığımdan beri hiçbir şey yemediğim gibi zerre kadar açlık da hissetmiyordum. Akşama kadar uyumuşum. Kalkıp Shrek'in hazırladığı akşam yemeğinden zorla biraz yedim. Film seyretme bahanesiyle birkaç saat uyanık kaldım, sonra yine uyudum. Cuma sabahı o giderken uyandım ama tekrar uyudum. Kalktığımda saat 10 olmuştu. İşi arayıp gelecek halim olmadığını söyledim, biraz TV karşısında oyalandım, bir şeyler yedim ve yine uyudum. Akşamüstü kalktığımda ancak kendime gelmiştim.

Bu haftasonu Süzmebal Cumartesi akşamı geldi. Süslü ve özel yemeklere olan ilgisini bildiğimiz için biraz blog dolaştım, tarif kitaplarımı karıştırdım, Shrek de bu arada kilo vermeye çalıştığı için menüde hamurişine yer vermemeye ve tatlıyı porsiyonluk yapmaya karar verdim. Pasta yaptığımda beğenirse kalanını Shrek yiyor, yoksa atılıyor çünkü. Sonuç olarak menü portakalagaci.com'dan rulo köfte ve ıspanaklı krep oldu; ben de krepin içi olarak hazırladığım ıspanaktan yedim. Süzmebal'ın favorisi her zamanki gibi tatlı bölümü oldu: frambuazlı panna cotta. Dibine buzlukta sakladığım pandispanya parçaları, aralara da yine artmış ve buzlukta saklanmış frambuazlar girince görüntü şık oldu. Ben de kendimi işbilir bir kadın gibi hissettim. İki gün önce geçirdiğim ufak (kısa süreli demek daha doğru) duygu fırtınası ve gözyaşı selinden sonra böyle hissetmek iyi geldi. Bu kriz anlarında ben genellikle bir cümleye takılıyorum; bu sefer de aklıma Nemo'nun psikoloğunun bana "Nemo sizin gibi bir anneye sahip olduğu için çok şanslı" lafı takıldı. Daha çok da, bu sözü hatırlamanın benim beynimde yarattığı cevap cümlesi: Annelik edecek çocuğunuz yoksa iyi anne olmak neye yarar? Vücut direnci düşük diye hastalanılıyor, duygusal direnç düşük olunca da böyle krizler yaşanıyor işte. Hatta bence ikisi de aynı şey, aynı zamana denk gelmesi tesadüf değil.
Lafı tatlıya bağlamak için araya frambuazlı panna cotta...

Geçen hafta Paza günü önce Shrek'in annesine kahvaltıya, oradan da Shrek'in bir arkadaşına oturmaya gittik. Bu bey Shrek'in maket tren arkadaşı. "Bey" diyorum çünkü birbirlerine sizli bizli beyli hitabediyorlar. Geçtiğimiz senelerde buluşur, beraber maket tren boyarlardı. Ben daha önce eşiyle de tanışmıştım. İkisi de çok tatlı, efendi insanlar. Hoş Shrek'in benim sevmediğim arkadaşı yok zaten... Süzmebal'dan bir yaş küçük bir de kızları var. Evlerine gittiğimizde Süzmebal utangaç, küçük hanım daha da utangaç, birbirleriyle arkadaşlık etmediler. Süzmebal babasının çevresindeki yarım metre çapındaki hayali bir dairenin içinde, hanımkız ise ya annesine yapışık, ya da üst kat merdivenlerindeydi. Annesi ara ara çocukların bizim yanımızda sıkıldıklarını düşünerek "hadi kızım, al arkadaşını odana götür, oyuncaklarını göster, birlikte oynayın" dedikçe Süzmebal bana doğru bakıp kaşlarını kaldırarak işaret verdi bana. Ben de "yok yok, böyle iyiler, Süzmebal sıkılmaz zaten, o bizleri dinlemeyi sever" diye müdahale edip hemen ardından lafı karıştırarak hanımın dikkatini dağıtmaya çalışıyordum. Birkaç kez tekrarlandı bu sahne. İlk defa müttefik rolüm onaylandı:)