30.10.07

Bekliyorum

Yazmıyorum, çünkü hiçbir şey olmuyor. İcraya koymak için mahkeme kararının yazılmasını bekliyorum. Teoman'ın odasına raf yaptırıp yaptırmama kararı verebilmek için annemin alt yatağı isteyip istemediğine karar vermesini bekliyorum. (Misafir arkadaş yatağını çekecek yer yok bu odasında; ben de ayak taktırıp anneme vermeyi önerdim ama onun da ondaki eski hantal yatağın altındaki eşyaları ne yapacağına karar vermesi gerekiyor. Alt yatağı annem alırsa Teoman'a yatak altı sepeti alacağım, istemezse raf yaptıracağım.) Oturma odasındaki dolabı söktürüp attırmak için de annemin yatağı alma kararını bekliyorum. (Adamları iki kez çağırmak zorunda kalmayayım diye) İlk seçenek olarak gidip konuştuğum okula başvuru dilekçesi göndermek için Teoman'ın gelmesini bekliyorum. Saçımın rengi otursun diye tekrar boyatmak için 15 günün dolmasını bekliyorum. Öbür eve alıcı çıkmasını bekliyorum. Beklerken Shrek'e yeni işinde yardım edip oyalanıyorum; dekorasyon ve organizasyon sitelerinde dolaşıp oyalanıyorum; her hafta salonun şeklini değiştiriyorum. Bu yazıya bakıp keyifsiz sanmayın, keyifle, neşe içinde bekliyorum.

23.10.07

Uzatmalar

Dün sabah yine okulu aradım; bu kez müdür yardımcısına bilgi verdim, Teoman’ın okulda olup olmadığını sordum. Velayet kararından haberi var, ama okulda olup olmadığından yoktu, öğrenince bana haber vereceğini söyledi.
Öğleden sonra tekrar arayıp müdürle konuştum bu kez, onun da haberi vardı. (Bu arada bu kadro tamamen yenilenmiş, hiçbirini tanımıyorum.) Zaten Mammut’un avukatı arayıp karar kesinleşmeden önce benim çocuğu okuldan almaya çalışmama karşı uyarmış. Hikayemizi ne kadar bildiğini anlamaya çalışarak Mammut’u tanıyıp tanımadığını sordum; kayıtta gördüğünü söyledi. ”Velayeti benimsemiş görünüyorlardı” dedi – durum daha kibar ifade edilemezdi herhalde. Karar yazıldıktan sonra size öğrenci belgesi veririm, onunla oturduğunuz yere yakın bir okula kayıt yaptırırsınız, onlar bizden nakil isterler diye sonrası hakkında yol gösterdi. O da Teoman’ın okulda olup olmadığını bilmiyordu, yoklama çizelgelerine bakıp arayacaktı.
Sonra Mammut aradı, “ben okuldayım” dedi. “Ha ben de okulu aradıydım, Teoman’ın orada olup olmadığını öğrenmek için, onu söylemek için aradın herhalde” dedim. “Merak etme, okulda” dedi “ama erken sevinme” diye ekledi. “İstersen ne zaman üzülüp sevineceğini herkes kendi düşünsün” dedim. “Bu hukuk işlerini sen daha iyi bilirsin, şimdi sen kararı bekle; bu arada da benimle veya Teoman’la görüşme ki serin kalalım” dedi. Sonra da isterse 50 kez olsun, sonuna kadar devam edeceğini söyledi. Hangi kelimelerle söyledi hatırlayamıyorum ama yasal yoldan itiraz etmeyi kastediyor gibiydi, ama sonra “sonrasında da neler yapacağımı görürsün, ben artık konuşmuyorum, yapıyorum, rahat edeceğini sanma” gibi birşeyler söyledi. Bir ara kararın zaten çok komik verildiğinden, şahitleri doğru dürüst dinlemediğinden, önceden yazılmış olduğundan şikayet etti. Ben de “e karar vermek için gerek duyduklarını öğrenmiş demek ki” dedim. “Karar da zaten çok komik, doğaya aykırı” dedi; “e sen yıllardır doğaya aykırı bir şeyi zorla yapıyorsun” dedim. “Annenin yeri çocuğunun yanıdır, sen gidip başka çocuklara annelik yapıyorsun, ona devam et” dedi. Benim bildiğim, çocuğun yeri annenin yanıdır ve ancak mammut bunu böyle tersine çevirir.
O sırada zaten bir telekonferansa girmek üzereydim, odamın kapısında bekleyip konuşmanın kimle olduğunu anlayan ve kolay bitmeyeceği sonucunu çıkarıp gitmeye hazırlanan arkadaşlara seslendim, “durun durun, bitiyor şimdi” diye; ona da “işim var” dedim ve kapattık.
2003 yazından bu yana hiç bu kadar başından sonuna sakin bir konuşma yapmamıştık...

20.10.07

Neşeli Kırmızı

Biliyordum sevincimi paylaşacağınızı:) Benimle sevinen, yorum bırakan, bırakmayan herkese sevgiler...

Tahmin edersiniz ki yerimde duramıyorum. Cuma işe gidemedim heyecandan, nasıl olsa çalışmayacaktım, kendime izin verdim. Teoman'ın okulunu, Erdek'te tanıdıklarımı aradım, haber verdim. Bu haftasonu eski tedbir kararı geçerli olduğu için gidip alma hakkım vardı ama elbette çocuğu okula yollamamışlar; babaanne taksiyle giderken görülmüş, muhtemelen haftasonu İstanbul'dalar. Bakalım haftaya okula gönderecekler mi? Hiç ses seda yok şimdilik. Şimdi hem bana, hem kendi avukatlarına çok kızgındır. İcrayla gittiğimde çocuğu veriyordu, çünkü mahkeme sonucunu kötü etkilememesi için avukatları öyle telkin ediyordu ve velayeti alma umudu vardı. Şimdi yok. Biraz daha sabredeceğiz.

Neyse, bunlar neşemi bozamaz benim. Telefon işlerini hallettikten sonra zıplayarak dışarı çıktım; ikametgah kaydımızı annemin yanından şimdiki evimize aldım; bir kutu kurabiye alıp Nilgün'e gittim (hani şu manikürcü paravanı altındaki terapi merkezi:). Biraz sakinleşmeye çalıştım ama baktım olmuyor, okul görüşmesi için de fazla heyecanlıyım, kendimi kuaföre attım. Geçen yazımda şaka yaptığımı zannettiniz değil mi? Oysa ciddiydim, bu ruh halime uygun bir görünüme geçmek için daha uygun bir zaman olamaz, ve radikal bir değişiklik için daha uygun bir ruh hali de olamaz. Uyumlu, ağırbaşlı ve flu dolaşıyordum epeydir, şimdi kısa karışık kızıl saçlarımla zıplıyorum ortalarda. Muzip ve hatta azıcık çapkın (ama asla şuh olmayan) bir gülümseme yerleşti yüzüme. Teoman çok şaşıracak ama bence bu oyuncu halim onun da hoşuna gider.

Şimdi hazırlık yapma zamanı. "Daha mahkeme bitmedi ki" diyerek beni durdurduğu rafları alıp oyuncaklarını toplama, odasına çalışma masası koyma zamanı. Öğleden sonraları gelip hem temizlik, ortalık, yemek yapıp, hem Teoman'ı okuldan gelince karşılayacak, ben işten gelene kadar 1-2 saat ilgilenecek bir kadın bulma zamanı. Gerçi annem de yanımızda olur ama düzeni onun üstüne kurmak istemiyorum; o istediği zaman gelsin, istediği zaman kalsın, zorunluluk olmasın. Gidip alışveriş yapmalı, Teoman'a bir sürü çorap, fanila, yeni pijama, yeni bornoz almalı.

18.10.07

MÜJDE:)))))))

Geçen haftaki Marakeş gözlemlerimi anlatacaktım... Sonra, bugünkü duruşma öncesinde mammut'un verdiği dilekçeyi, abuk sabuk iddialarını anlatacaktım... Artık çok geç, çünkü hiçbir önemi yok...
çünkü
BUGÜNKÜ DURUŞMADA HAKİM KARAR VERDİ! VELAYET ANNEDEDİR DEDİ!!!!!
Tamam, herşey çok kolay olacak demek değil bu, kararın yazılması, tebliği, icrası birkaç hafta sürecek muhtemelen. Bulması, alması, sonasında her babasına gittiğinde geri alması belki zor olacak, amaaaa
BİR DÖNEM KAPANDI, YENİ BİR DÖNEM BAŞLADI!!!
Zorluklar olacaksa da, sıranın onlara gelmesi için sabırsızlıkla beklediğim aşamalar onlar. Yaşayacağız ki aşacağız.
Öyle alıştırmışım ki kendimi bir türlü sonuçlanmamasına, adeta uyuşturmuşum, haberi alınca şaşırdım kaldım. (Bugün şirkette yönetim kurulu üyeleriyle öğle yemeği ve fabrika turu olduğu için duruşmaya gidemedim; haberi telefonda avukatımdan aldım) Çok uzun zamandır çabaladığınız bir hedefe ulaştığınızda ve bir sonraki adım henüz şekillenmemişken düşülen şaşkın boşluktayım. Evet evet, uzay boşluğunda yüzüyorum.
Ah, artık bir sonraki adımı planlayarak, önümüzdeki yaşamın detaylarıyla süslü hayaller kurabilirim. Okul araştırmaları dosyamı ortaya çıkarabilirim. Hatta, evet evet, ben yarın o dosyadaki okulları gezeyim, sadece birine gitmiştim. Sonra, muhtara uğrayıp ikametgahımızı buraya alayım. Sonra, sonra, tüm duyunca çok sevinecekleri arayıp haber vereyim. Sonra gidip saçlarımı kestireyim, kızıla boyatayım. Bundan böyle ona Nemo değil, Teoman diyeyim, gerçek adıyla yazayım, kayıp balık olmasın artık. Ben dory kalabilirim:)

12.10.07

Rulebreaker

Marakeş'te, şirketin yurtdışı ortağının toplantısındayım, biraz stratejik planlama, biraz eğitim, biraz motivasyon. İngiliz bir eğitimci yönetiyor toplantıyı. Bir akşam yemeğinde yanyana düşüp sohbet fırsatı bulduk. İş dışında nelerle uğraştığımızdan, çocuklardan filan bahsettik. Adama hemen hemen hiçbir şey anlatmadım aslında, hatta sanki Nemo yanımdaymış gibi hikaye yazdım. Nemo'nun hayal gücünün geniş olduğundan, bulduğu herşeyi konuşturarak sahneler kurduğunu anlattım. Bir de, yeri geldi, lisedeyken bir yaz tatilinde her çarşamba (piyano dersimin olduğu gün) akşamı bir arkadaşımla (aynı liseden olup aynı semtte oturduğumuz için) dışarı çıkıp, iznim 12'ye kadar olmasına rağmen 1'de geldiğimi, her seferinde babamın kapıyı açıp "annen mutfakta bekliyor, çok kızdı" diye fısıldayarak beni içeri aldığını anlattım. Adam bana "Nemo is creativ, because you are a rulebreaker" dedi. Hiç böyle düşünmemiştim ama haklı sanırım. Ona anlatmadığım onca olaya bakılırsa haklı...

Seyahat izlenimleri daha sonra.

9.10.07

İki Ay Aradan Sonra

Haftasonu dolu dolu geçti; Cuma Nemo’yu babaannesinden aldim. Mudanya üstünden geri döndük. Feribor iskelesinin hemen girişinde akşam yemeğimizi yedik. Çok da acıkmış, zor dayandı köfteler gelinceye kadar.
Okulun açıldığı gün çok hastalanmış, serum vermişler, iğneler yapmışlar; bu kadar anlatabildi. Yüzü küçülmüş yine, tatil sonrası bıraktığım gibi yanakları dolu dolu değil. (Geçen gün kan ter içinde uyandığım rüya geldi aklıma. Mammut beni arayıp “artık sen bak, benim işlerim var” demiş güya, ben de Nemo’yu almaya gitmişim, bir bakıyorum, Nemo’nun yüzü aynı ama zayıflamış, küçülmüş, sanki 4 yaşında bir çocuk boyutuna çekmiş; panik içinde “ne oldu?” diye haykırıyorum, “bu aralar biraz hastaydı” diyorlar ve sıçrayarak uyanıyorum o anda...)
Çok neşeliydi. Yol boyunca İstanbul’a, eve varmak için sabırsızlandı. Sonunda siteye girerken, “oh, çok özlemişim burayı, iyi ki bu evi almışsın” diyordu. Eve girdiğimizde de aynı tezahüratı ev, odası, oyuncakları için tekrarladı. Biraz oynayıp yattık zaten, saat 12.30’u buluverdi.
Cumartesi sabahı erkenden kalktı; halbuki pancurunu, perdesini kapatmıştım sıkı sıkı. İçerden anneannesiyle fısıl fısıl konuşmalarını dinledim bir süre, yarı uyur, yarı uyanık, sonra kalktım ben de. Biraz oyun, derken kahvaltı, sonra onu anneanneyle bırakıp kısa bir market turu, çünkü “buzdolabı tamtakır” deyimi tamamen uyuyordu durumumuza.
Geçen Şubat tatilinde onu götürdüğüm, legolarla robotics’e giriş dersi/kursu/aktivitesi yaptığı SmartKids’i hatırlamış meğer, orayı sordu. Ben de arayıp uygun saat sordum ve 14.00 için randevulaştık. Mert abisi zaten blogumu keşfetmiş, “Nemo’yu her zaman bekleriz” diye yorum bırakmıştı. Yine çok zevkli bir 1,5 saat geçirmiş, ayrılmak istemez halde buldum (çünkü ben o arada gidip birkaç iş halledip geldim). “Bloga devam mı?” diye sordu, “evet” dedim, “ama şu aralar pek vakit bulamıyorum”. Mert abisi de facebook’a takılıyormuş artık. Bana da Shrek bir davet atmıştı ama ben ilgilenememiştim (ona da zaman olmamıştı). İlk fırsatta kurcalamalı...
Oradan gönül rızasıyla ayrılması için eve dönmekten daha cazip bir öner getirmeliydim, Yeniköy’deki Playbarn geldi aklıma. Gerçi orası için artık biraz büyük ama eskiden eğlendiği yerlerin törensel bir anlamı var sanki. Yeğenim ve nişanlısı da bizimle buluşup biraz zaman geçirmek, Nemo’yu görmek istiyorlardı. Nemo içerde oynarken bekleyen anne-baba bölümünde oturup sohbet ettik.
Oradan çıkarken bulduğum cazip program Süzmebal’la oynamak üzere Shrek’lere gitmekti. Markete uğrayıp makarna, sosis aldık, Shrek onlarla bize süper bir tagliatelle pişirdi. İkisine (Nemo’ya ve Süzmebal’a) birer Sünger Bob dergisi aldık; ilk yaptıkları Süzmebal’ın ranzasının üstüne çıkıp onları okumak oldu, sonra da güzel güzel oynadılar. Sonra Nemo’yla Wii oynadılar (daha doğrusu Shrek’le birlikte Nemo’ya biraz gösterdiler). Bütün telkinlerimize rağmen, Nemo’nun başarısızlık toleransı öyle düşük ki, daha ilk kez Wii kumandasını eline almış, ilk kez oynamaya çalışıyorken becerememesi çok doğal olmasına rağmen yenilgiyi hazmedemedi ve oyunu bıraktı. Allahtan o sırada yemek hazır oldu. Süzmebal “biraz acıktım” derken Nemo “ben hiç aç değilim” diyordu, ama Nemo tabağını silip süpürdü, Süzmebal ise yarısını ancak bitirdi. Sonra da Süzmebal’ın nezaketle seçimi Nemo’ya bıraktığı filmi seyrettiler. Ben de Shrek’in hazırlaması gereken tabloya yardım ettim. Öyle farklılar ki, Nemo vodvil havasındaki filme kahkahalarla gülerken Süzmebal gülümsemekle yetinip ara ara da gözucuyla bizden tarafa bakıyordu. 22.30 gibi, eve gidince hemen uyumayacağımızı, daha erken olduğunun sözünü alınca yeni bir oyuna daldılar, 23.00 gibi eve döndük. Bu arada Nemo’nun burnu tıkandı, gözleri yanmaya başladı, ve eve dönünce uyku düzenine geçip yatakta kitap okuyarak günü bitirdik. Nemo’nun derdi günün bitmemesi zaten, “ne çabuk geçti” diye hayıflanıyordu; ben de izafiyet teorisi hakkındaki ilk bilgilerini vermeye çalıştım.
Mahkemeler ne zaman sonuçlanacak diye sordu birkaç kez. Her seferinde bilmediğimi söylüyorum ama sormaktan vazgeçmiyor. Odandaki oyuncakları kutularda toplayalım, raflara yerleştirelim, camın önüne bir çalışma masası koyalım dediğimde de bana “ama mahkemeler daha sonuçlanmadı ki” dedi. Ben de “hazırlık yapmış oluruz” dedim, “şimdi gerek yok, sonuçlanınca yaparız” dedi.
Pazar yine ilk kalkan o oldu, sonra anneanne, sonra ben. Biraz oyun, sonra kahvaltı, sonra ödevler... Cumartesi programı içinde birebir birlikte yaptığımız bir şey olmadığı için suçluluk duymuştum, bütün bir öğleden önce birlikte ders yaparak ben de biraz annelik duygusu tatmin etmiş oldum. Biraz daha oyun, biraz TV derken saatler geçiverdi. Feribot için evden çıkmamıza 1,5 saat kaldığını öğrenince çok bozulup odasına gitti. Az sonra çıkıp “moralimi düzeltecek bir fikir geldi aklıma, dünkü yere gidelim mi yine?” dedi. Yarım saatliğine Playbarn’a uğrayıp oradan gittik Yenikapı’ya. Feribotta da bilgisayarımla oyalandı. En zor kısım olan Bandırma-Erdek arasını da ödev konusu olan 7’şer ve 8’er ritmik sayma (artık böyle diyorlar, ortaya çıkan diziye de örüntü diyorlar!) alıştırması kurtardı. 9’ar ritmik saymayı da çalışması gerekiyordu ama ona vaktimiz kalmadı. Annem de endişesini saklamaya çalışarak “her gün matematik dersi var mı?” diye soruyor (hergün varsa yarın da var ve 9’ar saymayı çalışmaya vakti kalmadı demek; yoksa yarın akşam çalışırsın diyecek, onun zeminini hazırlıyor). Şimdi bu çocuğun başarısızlık toleransı düşük olmasın da kimin olsun?! Belli ki benimki de genetik...
15 dk Bandırma-Erdek arası, 10 dk devir teslim, 5 dk annemin İcra Md ve karısına dert yanması, 15 dk geri dönüş ile 21.30 feribotuna yetişiliyor. Arabası kapının önünde olduğu için mammut'un içerde olduğunu anladık ama kapıyı babaanne açtı, ben de dönüp merdivenlerden indim hemen; icra müdürü tutanağı imzalasın diye babayı çağırdı ama ne yüzünü ne sesini duymadım, iyi oldu. Şimdi annem karşı koltukta uyuyor, ben bunları yazıyorum. Oysa hep ben uyurdum feribotlarda; bu aralar adrenalin düzeyimin yüksekliğini hissediyorum sanki. Eve dönünce bavul hazırlayacağım, uçağım sabahın körü değil bu kez, normal kalkıp gidebilirim. Shrek de iki günlüğüne seyahatte zaten. Haftasonu yazlıklar yıkandı, ütülendi, ama dolaba kalkmak yerine bavula girecekler, çünkü toplantı Fas’ta! Bu uluslararası toplantılar zaten rahat iş kıyafetleri ile yapılır ama bir de Fas olunca aklım karıştı. Rahat iş kıyafeti fazla mı ciddi kaçacak; rahat kıyafet çok mu spor duracak; toplantı salonları yine buz gibi klima soğuğu mu olacak; yanımda cevat kelle fotoğraf makinamı taşırken cüzdan-telefon çantası diye ne alacağım gibi sorunları dengelemek ne zor. Ve erkekler ne rahat; kanvas pantolon-gömlek-rahat ayakkabı, işlem tamam; üstelik gece-gündüz fark etmeden! Neyse, toplantı Fas’ta diye şikayet edecek kadar züppe değilim elbette.
Not: Son başladığım kitapta (ben pek bitirmiyorum da kitapları) “Şişman kadınlar reddettikleri annelerini yerler” diyordu. Unutmadan yazmak istedim. Bunu biraz düşünmem lazım. Ben bu arada geçen sene verdiğim kiloların hepsini geri aldığımı söylemiş miydim? Tartı da bozuk ama aynalar ve pantolonlar yalan söylemez...

6.10.07

Luzern-Milan

İpin ucu kaçtı bile. Ne olup bittiğini yazmaya çalışacağım ama artık ne kadar hatırlıyorsam... Dün gece yarısı geldim Milano’dan, bu sabah işe gittim, öğlen çıkıp Erdek yoluna düştük annemle. Şimdi Bursa feribotunda yazıyorum bunları. Nemo’yu alabilirsem haftasonu vaktimi yazmaya ayırmayacağım kesin. Bavulu açıp kirlileri sepete attım ancak, daha onlar yıkanacak, ütülenecek, yeniden bavul yapılacak. Bu kez Pazartesi sabahı yolculuk. Onu da oradayken yazarım artık.
Geçmiş haftalara gelince, bir koşturmacadır gitti... Bir önceki hafta İsviçre’deydim. Zürich’e uçtum, baktım akşama kadar vaktim var, Basel’daki arkadaşımı aradım, o da müsaitmiş, atlayıp trene gittim ben de. Birkaç saat geçirdik birlikte; evini görmüş oldum, çocukları ve kocasıyla öğle yemeği yedik. İnsan o koşullara gıpta etmeden duramıyor. Elbette her evin içinde kendine has, başka başka sorunlar, kiminde hastalıklar, kiminde mutsuzluklar var, elimizdekilere de şükrediyorum ama yine de görünce özeniyor insan...
Neyse, akşama yine trene atlayıp Luzern’de, toplantının yapılacağı otele gittim. Sonraki iki gün sabahtan akşama toplantı, Luzern’i sadece otelin nefis göl manzarası kadar gördüm. Akşam topluca yemeğe çıkıldı, o da bir Thai restoranına... Yine de çok güzel.
Bu arada gördüm ki, birkaç saat Almanca konuşulan bir yerde kalınca Almancam geri dönüyor; yine çok akıcı konuşamıyorum ama ben Türkçeyi de çok akıcı konuşmuyorum zaten... Fazla düşünmekten oluyor. Yine de laflar zihnimde önce Almanca geçmeye başlayıverdi, ama bizimki İngilizce konuşulan bir toplantıydı...
Bu seyahatin tespitini paylaşıyorum:
30’undaki Fransız kadından 60’ındaki İngiliz adama kadar herkes düzenli spor yapıyor. Kimi öğle tatilinde, kimi akşam, kimi sabah...
Kimse bizdeki gibi 10-15 kilo fazlasıyla dolaşmıyor; ya ince-normal, ya tam obez; çünkü normal insanlar spor yapıp az (hamurişi, tatlı) yiyor, hastalık boyutunda olana zaten denilecek bir şey yok.
Perşembe döndüm, haftasonu Shrek’in bir sunum hazırlamasına yardım ederek geçti. Günde 12 saatten toplam 30 saat filan çalıştık birlikte. Bu arada, Shrek şirketten ayrıldı, sözde yarımgün çalışacağı başka bir firmaya geçti, ama bu gidişle yarımgün değil çift mesai çalışsa yine yetişmez. (Ben de bu arada onkoloji protokolleriyle ilgili gereksiz dünya kadar şey öğrenmiş oldum.)
Pazartesi yine sabah erkenden havaalanı, bu kez Milano’ya. Bizim sektörde tüm hammaddecilerin, fason üreticilerin buluştuğu, her yıl Avrupa’nın başka bir şehrinde yapılan fuar için yola düştüm. İki gün, günde 6 toplantı, akşamları iş yemekleri, gece odaya dönünce şirkete bağlanıp maillerime bakma, cevaplama, delege etme, sonra sabah kançanağı gözlerle kalkıp fuara gitme temposunda geçti üç gün. Ama Milano hakkında gözlemlerim var yine de:
Milano’da kadınların saçları röfleli, modern kesimli, fönlü
Hepsi ful makyajlı (fondöten-belirgin göz makyajı-dudaklarda hafif renkli parlatıcı)
Sivri topuklu, sivri burunlu ayakkabılarla dolaşıyor hepsi
Erkekler de genellikle çok yakışıklı
Dükkanlar çok ama çook pahalı
Modacıların butiklerinin olduğu sokaktan müzede gibi geçmek eğlenceli (tehlikeli değil çünkü fiyatlar alınabilirlik eşiğinin çook üstünde)
Merkezdeki katlı alışveriş merkezi tehlikeli (çünkü burada alınabilir olan markanın 2-3 katına insanın içi gidecek güzellikte – ama ben şu kredi yüzünden meteliğe kurşun attığım için orası da hiç tehlike yaratmadı. Ev satıldıktan sonra ve 15 kilo vermiş halde ve ucuzlukta bir daha gitmek istiyorum.) Ama elbette öyle bir şey yapmayacağım.