21.8.07

Oohhhh Tatili

Bu tatilin özeti denize doğru bakarak derin bir nefes alıp "Oohhh" nidasıyla ve gülümseyerek salıvermekti. Herşey bu hafta başında Shrek'e "bak, sonraki haftasonu Gülsen'in düğünü var, sonraki haftasonu 30 Ağustos, sen Süzmebal'ı Antalya'ya götüreceksin; uzun haftasonu tatili yapacaksak bir bu haftasonu mümkün, sonra Eylül gelecek" dedim. O da ertesi gün, uzun zamandır çok görüşmediği, ama bir süredir yeniden yolları kesişen bir üniversite arkadaşı ile buluştuğunda tatil konusu açılmış. Meğer o da iş değiştiriyormuş, Eylül başında yeni işine başlamadan önce tatil yapacakmış. Bir önceki yazıdaki suşi misafirimiz de o. Suşileri yedikten sonra, gecenin 11'inde başladık nereye gitsek diye konuşmaya. Assos'ta, Bozcaada'da birkasç yeri aradık, hiçbirinde Perşembe girişli iki oda yoktu. Sonra Mete birden "ya niye benim Bodrum'daki pansiyona gitmiyoruz?" dedi. Biliyoruz ki, oraya gitmek onun için çok değişik bir program değil, pansiyonu annesi işletiyor zaten, ama meğer iki gün önce kızını göndermiş Bodrum'a, babaannesinin yanında tatil yapsın diye. Olurdu olmazdı derken karar verildi, Perşembe sabahı yola çıkıldı.
Feribotta kahvaltı fikriyle Beylerbeyi'nde köşedeki dükkandan kıymalı Boşnak böreği alışımızla başlayan çok lezzetli ve çok kalorili tatilimiz 5 gün boyunca başladığı gibi sürdü. Susurluk'ta sadece çay-kahve molası verdik ki öğle yemeğini Manisa'da Köfteci Ali'de yiyebilelim. Vestel fabrika satış mağazasının hemen yanından sanayi sitesine sapılıyor, bir sol, bir sol daha, işte orada. Kağıtta köfte gerçekten çok leziz. Kağıtta denince ben bunu pişme yöntemi sanmıştım ama meğer tabak yerine kağıt üstünde servis yapıldığı için öyle deniyormuş. Ben kokoreç sevmem ama Shrek'inkinden tattım, o da çok güzel. Gerçi böyle bir yer için biraz pahalı bence, üç kişi tıka basa doyduk ama 60 küsür lira verdik.



Akşam Yalıkavak'a vardığımızda başladı bizim "oohhh"lar. 7.30 gibi vardık, mayoları giyip cup denize. Sonra bir Yalıkavak gezintisi, meğer yorulmuşuz da farkında değilmişiz; fazla geç olmadan cup yatağa.

Sağ köşedeki turuncu-mavi havlu ikilisi bizimki, mavi terliklerim orada olduğuna göre ben denizdeyim, fotoğrafı Shrek çekmiş.

Ertesi sabah kahvaltıya indiğimizde önce sahile gidip havluları şezlonglara koyalım, saz şemsiyesiz kalmayalım, bir de yüzüp öyle çıkalım derken keyif zamanları başlamış oldu. Sahil dediğim odadan 50 adım. Üst kattan aşağı inmesi 20, pansiyonun bahçesinden çıkmak 10, denize varmak 20... Denizden çıkınca çay çok güzel gelir ya hani, dereotlu domates ve lor da yakışıyormuş, limon kabuğu reçeli de... Mete gün içinde tepsiyle kumsala çay getirdiğinde de "bi dakka, çay nasıl iyi gider? Islaaak" derken kendimi suya atıyordum.


Yalıkakavak'tan az ilerde tepede Geriş köyü varmış, orada da Mete'nin bizi mutlaka götürmek istediği bir yer varmış: Evgenya... Önceden yer ayırtılırmış, çünkü ancak 10 masası filan varmış. Sarmaşıklar arasından bir evin önündeki sahanlığına girip merdivenlerden 2 kat yukarı çıkıyorsunuz, karşınıza nefis manzaralı bir teras çıkıyor. Bizim oohhh çekmeler şiddetleniyor. Sonra kızl bir günbatımı nefes kesiyor. Mezeler öyle güzel ki balığa yer kalmıyor. Yok yok, anlatmakla olmuyor.

Balık keyfini ertesi akşam pansiyonda yaptık. Hem bizim hem de pansiyondaki isteyen diğer müşteriler için bahçe kapısının içine mangal kuruldu. Bir masa dolusu da zeytinyağlı ve salata yapmışlar, yeme de yanında yat; deniz börülcesi, yoğurtlu havuç kızartması, soslu patlıcan ve hatırlayamadığım diğerleri...


Meğer Mete'nin dayısının hanımı dükkan açmış, daha önce evde yaptığı şeyleri artık orada yapıyormuş. Bir de gittik ki börekler, poğaçalar, gözlemeler, dolmalar, mantılar, tatlılar... Biraz ondan, biraz bundan derken geri yürüyecek halimiz kalmadı ama hala şu tatlıdan da yanımıza alsak, akşama yeriz diyordum. Baklava hamuru gibi bir şey açıp için toz şekerle robottan geçirilmiş limon kabuğu koyup sarıyordu, aklım kaldı. Dükkan çarşıda değil, biraz gözden uzak. Daha çok sipariş üstüne evlere, cafelere, restoranlara yapıyormuş. Dükkanın ismi Dürdane olduğu için önce adı zannettim ama adı Nilgün'müş. Dükkanın isminin niye Dürdane olduğunu sorunca anlattı. Rüyasında ona kuracağı yerin "inci tanesi" anlamına gelen ve d harfi ile başlayan bir adı olacağı söylenmiş. Herkese sormuş sorşturmuş, bulamamış; sonunda tam pes etmiş, adını "İnci Tanesi" koyacakmış ki bir hanım dükkanın adını ne koyacağını sormuş, Nilgün Hanım da "İnci Tanesi" deyince "Aa, yani dürdane" demiş; iyi mi? Ben bu tatilden kesin en az iki kilo alıp döndüm ama hiç pişman değilim. Fotoğrafları Mete'nin makinasında kaldı ama ben size adresini, telefonunu vereceğim; okuyanlar, Yalıkavak'a yolu düşenler uğramadan dönmesin:


Dürdane (Nilgün Bumin)

Yalıkavak İş Merkezi No:23 (Pasaj İçi)

Tel: 0252 385 35 37

Atatürk Caddesi üstündeki fotoğrafçıyla Yalıkavak taksinin arasındaki sokağa giriliyor; ilk sağdan bir araya girilip binanın ortasındaki iç bahçeye gelince solda göreceksiniz.

Neredeyse Bodrum'a inmeden dönüp gelecektik, ama son akşam bir şans verelim dedik. O akşam Shrek de ben de Bodrum fobilerimizi yendik. Bodrum hala güzel. Kaleden eski Halikarnas'a doğru yürürken sağdaki pansiyonların altlarında restoranlar, barlar, hatta kebapçılar var; açık kapılarından içeri bakınca aralıktan deniz görünüyor, taşlık sahile masalar koymuşlar, günbatımını beklerken ayağınızın dibine kadar gelen dalgaların sesini dinleyerek oohhh çekebiliyorsunuz. Gecenin 3'ünde barlar sokağında yürümek zorunda değiliz; aynı günlerimizi beach'lerde geçirmek zorunda olmadığımız gibi. Bodrum'un bizim sevdiğimiz yüzünü gördük geldik. 3 gün kalıp dönmemiz de iyi oldu aslında, tadı damağımda kaldı. Zaten daha uzun süre kalmak tehlikeli olurdu, hiç dönmek istemeyebilirdim. Evin kredi borcu, çocuğun geleceği, hepsi bir anda çok anlamsız gelebilir insana; yaşamak için neye ihtiyacımız var ki gerçekte? diye düşünmeye başlayabilir. (Buna kendi kendine telkin diyebilir miyiz?)

Pazartesi sabahı annemle Güvercinlik'te buluşup onu evine bıraktık, oradan da yola çıktık. Dönüşteki öğle yemeğini ise Akhisar çıkışındaki Köfteci Ramiz'de yedik. Kalabalık olduğu için biraz fast food atmosferi var ama aslında köftesi de, salata barı da gerçekten çok iyi; meşhur oldu, tıklım tıklım doldu diye bozmamış.

2 günü yolda, 3 günü plajda geçen bir tatil ancak bu kadar dinlendirebilir, bu kadar keyif verebilir diye düşünüyorum. Dahasına hayal gücüm yetmiyor.

15.8.07

Suşiye Devam

E tabii suşi yapmanın bu kadar kolay olduğunu görünce arkadaşları çağırıp suşi yapmamak olmaz. Shrek Macro'dan yosun da bulmuş, daha da gerçeği gibi oldu. Bu kez iç malzemesini de çeşitlendirdik; somon ve kurutulmuş domatesin yanısıra avokado, salatalık ve pavurya da koyduk. Üstüne yeşil çay yakışır.

10.8.07

Patlıcan Paçası



Geçen hafta birdenbire kendimi diyet yaparken buldum; öğlen salata, akşam sebze, şirketteki bir kutlamadaki pastayı reddetme derken buzdolabını sebzelerle doldurdum, resimdeki patlıcan paçasını (tarife göre öyle deniyormuş) pişirdim... derken yurtdışından misafirlerim geldi; tabii akşam yemeğine çıkıldı. Çok abartmadım ama havadan çıkmama yetti, şimdi bir türlü giremiyorum. Sonra da iki akşam üstüste Süzmebal ve Shrek'le birlikte hamburger yedim. Aynı yemeği neşeyle paylaşmanın keyfini 1-2 kilo vermeye tercih ederim doğrusu. Ama diyet bir yana, benim patlıcan paçası gerçekten çok lezzetli oldu. Üstelik çok kolay. İmambayıldı seven herkesin seveceğine eminim, o yüzden açık tarif vereceğim.

Malzeme:

4-5 orta boy patlıcan

4 iri domates

4-5 diş sarmısak

3 çorba kaşığı elma sirkesi

2 çorba kaşığı toz şeker

tuz

1 çay bardağı su

Yapılışı:

Patlıcanları tamamen soyup limonla ovarak yayvan bir tencereye dizin. Domatesleri soyup rendeleyin. Sarmısakları ezin. Tüm malzemeyi patlıcanların üstüne dökün. Kapağını kapatıp kısık ateşte pişirin. Soğuduktan sonra servis yapın.

Evet, yanlış okumadınız veya yazmayı unutmuş değilim, içinde hiç yağ yok. İstenirse salata üstüne gezdirir gibi sonradan üstüne çok az zeytinyağı da konabilir, ama böyle de yeterince lezzetli.

Hayat bunun dışında her zamanki gibi akıyor. Akşamları tabletle çizim denemeleri yapıyorum. Süzmebal artık tedirgin değil, varlığıma alıştı, rahatladı. Shrek'le bir yerlere gidip birkaç gün tatil yapmak iyi gelirdi ama sanırım yapamayacağız. Bir avukata daha danıştım; velayet davasının daha 1-1,5 senesi var diyor. Haberler bu kadar.

1.8.07

Suşi Terapisi

Antalya tatilimizin nasıl geçtiğini, nasıl döndüğümüzü, ertesi günü, Erdek'e gidişimizi, 2 ay sonra görüşmek üzere ayrılışımızı anlatmalıyım, çünkü bu bir günlük ve esas amacı yaşananları kaydetmek. Bunu fazla zaman geçmeden, detayları unutmadan yapmam gerek. Belki bir dahaki yazımda. Şimdi anılar biraz fazla canlı. Neşeli, mutlu anları hatırlayınca, şimdi öyle olamadığımız için duyduğum keder ağır basıyor, neşeyle anlatamıyorum.

Onun yerine dün akşam Shrek'in yaptığı suşi denemesini anlatayım, havamız dağılsın. Aslında "deneme" olarak adlandırmak için fazla güzel oldu. Geçtiğimiz haftalarda yalnızken iki deneme yapmış ve ağız tadımıza uygun bileşimi bulmuş zaten. Suşi sarmak için kullanılan yosun/yaprak bazı marketlerde bulunuyor ama bizde yoktu. O yüzden suşi sarma hasırının üstüne streçfilm serdik. 1 bardak pirinci 2 bardak + 2 parmak su + 2 parmak elma sirkesi içinde pişirdik. Lapamsı pilavı biraz dinlendikten sonra streçfilmin üstüne yaydık, biraz bastırarak ezdik, üstüne somon füme dilimleri ve suda bekleyip yumuşattıktan sonra doğradığımız kurutulmuş domatesleri yerleştirdik. Hasırın yardımıyla sıkıştırarak rulo haline getirip dilimledik ve soya sosuyla servis yaptık. Hepsi bu kadar...


Notlar:


  1. Kurutulmuş domatesler doğranmadan, bütün halde konursa keserken dağılıyor.

  2. Elektrikli bıçakla kesince çok daha düzgün oluyor. (bkz. aşağıdaki resim, yakındaki tabak)

  3. İç malzemesini ortaya ince koymak yerine pirincin üstüne yayınca ortası spiral şeklinde oluyor. (bkz. aşağıdaki resim, yakındaki tabak)
Balkonda suşiden sonra kaç zamandır istediğim, bir türlü fırsat olmayan "The Illusionist"i seyrettik. Çok hoş, çok. Zaten ruhum çok uzun zamandır ciddi, ağır, derin, zor şeyleri kaldırmıyor. Çok eskiden, çok gençken, sadece ciddi-ağır-zor şeyleri değerli sanırken tüm hakkımı kulanmışım anlaşılan. Boş-sığ-kolay ile eğlenceli-hafif-ince-kolay'ı bir sandığım, ikisini birden aşağıladığım için hayat beni kolay filmler ve kolay kitaplara mecbur etti, ya da sadece onların zamanı geldi. Yanlış bir anlam çıkmasın sakın, hiç de şikayetçi değilim. Sue Grafton'un Lanetli'nin L'sini, Lawrence Block'un Av Peşinde Hırsız'ını, Peter Ackroyd'dan Chatterton'ı okudum son bir ayda, Nemo bilgisayarda oynarken veya uyumadan önce veya o havuzda diğer çocuklarla oynarken. Ay ay, ben bunlardan bahsetmeyecektim.