29.6.07

Tatil

Nedense çok yazasım yok. Bu sene pek fotoğraf da çekemiyorum, eğlenceli aktiviteler de pek yaratamıyorum, karşısına geçip Nemo'yu seyrediyorum. Ama birlikte olmak sanırım onun için de yeterli. Günler hızla geçiyor. Nemo zamanının çoğunu havuzda, kalanını lego yaparak ve televizyon seyrederek geçiriyor. Ben her zamanki gibi ona süslü tabaklar, çiçek şeklinde salatalar, çiftlik hayvanları şeklinde fıstık ezmeli ekmekler, ev yapımı limonatalar hazırlıyorum ama bahçedeki ağaca tırmanıp topladığı bir avuç kiraz kadar heyecanlı olur mu bilmem... Bunların dışında patlamış mısır ve portakallı sorbeyle besleniyoruz:)








Tatil böyle bir şey işte...



23.6.07

41

Bugün bitmeden yazayım istedim.
Bugün benim doğum günüm. Sarhoş değilim, yasta da değilim. Babamın öldüğü yaşa da tam 30 sene var.
Teoman'ı severim.

20.6.07

Başka Bahara Kaldı

Neşeli bir yazı olması gerekirdi, çünkü Nemo cumartesiden beri yanımda. Ama muhtemelen biraz buruk bir yazı olacak, çünkü dün duruşmada Mammut'un bir tanığı dinlendi; annesinin ifadesi talimatla gelmişti. Annesi "evi ve çocuğu terk ettiğimi, ev benim olduğu için kilitleri değiştirip onları eve almadığımı, torununu oğlunun büyüttüğünü, sonra benim oğlumu almak istediğimi, hatta aldığımı, ama torunun (yani Nemo'nun) bu durumdan rahatsız olmaya başladığını ve Erdek'e taşındıklarını, çocuğun onların yanında mutlu olduğunu, benim başka bir adamla yaşadığımı söylediğimi, oğlunun bu yüzden çocuğu vermediğini" söylemiş. Duruşmadaki tanığı ise daha önce ne gördüm, ne adını duydum, Mammut onun halasının torunuymuş. Beni tanımadığını söyledi gerçi, o konuda yalan söylemedi, ama "evini ve çocuğunu terk etti, ben de Mammut'a yardımcı oldum, torunumu götürdüm, arkadaşlık ettiler, başka bir adamla yaşadığını duydum, M oğlunun başka bir baba tarafından büyütülmesini istemediği için vermek istemiyor" dedi. Bu arada ben "evi ve çocuğu terk etti" bölümüne heyecanlanıp ekrandan avukatıma göstererek "beni tanımayan kadın bunu nasıl biliyor olabilir, bu sadece ona söylenen" filan diye fısıldadım ve hakimden sıkı bir azar işittik. Dikkatini dağıttığımız, bunun saygısızlık olduğu, sabahtan beri kaç duruşmaya baktığımızı biliyor muyuz vs. Sesimizi çıkaramadık tabii.
Benim avukatım "ifade duyuma dayalıdır, kabul etmiyoruz" dedi. Karşı taraf daha önce verdiğimiz listedeki diğer tanıkları dinletmek istiyoruz dedi. Bu hakim her seferinde en fazla iki tanık dinlettiği için, her birinin de tebligatı alması, mazereti olması vs derken birkaç duruşma attığı için bu sonsuza kadar sürebilir. Benim avukatım, hepsi aynı şeyleri söyleyecekse dinlemek zaman kaybıdır dedi. Bunun üstüne her bir tanığın ayrı ayrı hangi konuda bilgisi olduğunu bildirmeleri için 20 gün süre verdi. Bir sonraki duruşma tarihi 18 Ekim.
Şimdi dosyadaki tanık ifadelerine karşı dilekçe yazılacak. Onlar tanık listesinin (en fazla oyalayacak şekilde) farklı konularda bilgisi olduğuna dair yalanlar uyduracak. Biz bunların doğru olmadığını, kim oldukları ve neleri bilemeyecekleri konusunda dilekçe vereceğiz. Ama tanık ifadelerini eksik alarak karara bağlarsa Yargıtay tarafından bozulacağından çekinen hakim en az iki tanesini daha dinleyecek. Bu da en iki duruşma daha demek. İlki Ekim olduğuna göre, ikincisi en iyi ihtimalle Ocak 2008. O celse hala tanık dinleneceği için karar bir sonrakine kalacak...
Kısa bir yazı olacakmış, çünkü biz şimdi sitenin havuzuna gideceğiz. Dün duruşmada olduğum, sonra da bir toplantım olduğu için bütün gün anneanneyle evdeydi, kah oyun, kah -ama daha çok- tv seyrederek geçirdi tüm günü. Şimdi içerde havuz kenarına indireceği oyuncaklarını topluyor.

15.6.07

Ev Makarnası

Benim sevgilim geçen hafta iş seyahatindeydi. Bana üç kısa kollu, poplin, ütü istemeyen iş gömleği (ceket içine giydiğim bodylerden nefret ediyor), bir ev içi şort takım (aslında pijama ama o da poplin bir gömlek-şort takımı, bence uyumak için fazla şık), bir parfüm (kokusunu beğenmiş), bir makarna açma-kesme makinası, bir makarna kurutma askısı ve bir vişne çekirdeği çıkarma aleti getirdi:) Ben de hemen ertesi akşam ilk ev makarnamı denedim. Burcu'dan kurs aldığım özel derste onu izlerken öğrendiğim kadarıyla...
2 bardak un, 4 yumurta, yarım kaşık tuz, 2 kaşık su ile, hem de tembel işi, robotta yaptım hamuru. Açma kısmı uzun sürdü (henüz elim ağır tabii) ama zor değildi.
Unlu ellerle fotoğraf çekilmiyor. O yüzden ara aşamalar pek yok...

Gecenin bir yarısında taze taze pişirmedim tabii. Daha sonra yaparız diye (ve kurutma askısını denemek için) kurutmayı denedim. Geceden onları astım. Bu aletlerle yapması pratik ama yine de 2 saat sürdü.

Sabah böyle buldum... Kendilerini yere atmış, kaçmaya çalışıyorlardı. Hatta birkaçı masadan inmeyi bile başarmıştı.
Ama onları toplayıp bir kutuya doldurdum. Akşam geldiğimde Shrek pişirmişti bile...

Vişne çekirdeği çıkarma aletini denemek için henüz erken; daha vişne zamanı değil. İyi de annesi o kadar güzel vişne reçeli yapıyor ki ben nasıl o kadar güzel yapacağım. Üstelik geçen sene yapıp verdiği dev kavanoz daha bitmedi. Ama Shrek "her eve lazım" dedi:))

Bu gece yatmadan yazmak istedim, çünkü yarın gündem değişecek. Sabah Nemo'yu almaya gidiyorum.




12.6.07

3 No'lu Not

Elif bir önceki yazımdaki 3 no'lu notu anlamadığını söyleyince fark ettim ki İl Sağlık Müdürlüğüne ve Tabipler Odası'na gönderdiğim dilekçelerden bahsetmemişim. Aşağıya kopyaladım ben de. Anlatmaya çalışmaktan daha kolay.

İlgi : Oğlum Nemo'nun muayenesi sonucunda x no’lu Merkez Sağlık Ocağı tarafından verilmiş 01.06.2007 tarih ve xxx protokol no.lu sağlık raporu

1999 İstanbul doğumlu oğlum Nemo, 2003 yılında babasıyla ayrılmamız sonrasında, babası tarafından defalarca kaçırılmış, 2005 yılından itibaren babası tarafından yerleştirildiği Erdek’te babaannesiyle yaşamaya başlamıştır. Babası tarafından gönderildiği xxx Okulu 2. sınıfına devam etmektedir. Çocuğumla birlikte olabilmek için sürdürdüğüm hukuk mücadelesi içinde açtığım dava sonuçlanana kadar Aile Mahkemesinin verdiği tedbir kararını icraya koyarak her ayın 1. ve 3. haftasonlarında cuma akşamüstü oğlumu Erdek’ten alıp İstanbul’daki evimize götürmekte, pazar akşamı geri getirerek Erdek’e bırakmaktayım.

01.06.2007 Cuma tarihinde oğlumu almak üzere yola çıkmadan önce, babası arayarak Nemo'nun hasta olduğunu, ateşi çıktığını söyleyerek çocuğu almamamı istedi. Oğlumun gün sayarak benimle İstanbul’a geleceği zamanı beklemekte olduğunu bildiğim için ben yine de yola çıktım. Babası gösterdiği husumet nedeniyle Erdek’teki evlerinin ve babaannenin cep telefonunun numaralarını da benden gizli tutmakta olduğundan, arayıp Nemo'yla konuşma şansım da yoktu. Bu arada İcra Müdürü de arayarak Nemo'nun babaannesinin bir sağlık raporu getirdiğini, bu nedenle çocuk teslimine gidilmeyeceğini söyledi. Annemle birlikte Erdek’e vardığımda öncelikle İcra Müdürü’nden babaannenin götürdüğü raporun ve reçetenin kopyasını aldım. Raporun x no’lu Sağlık Ocağı tarafından anksiyete tanısıyla verilmiş 10 günlük bir rapor olduğunu gördüm. İlk aklıma gelen, bu raporun babasının baskısıyla verilen sahte bir rapor olduğuydu. Reçeteyi okuyamadığım için bir eczaneye uğrayarak eczacıya danıştım. Eczacı bana reçetenin tonsilofaranjit tanısı ile verildiği ve bu tanıyla uyumlu bir antibiotik, paracetamol, antienflamatuar sprey içerdiğini söyledi. Raporla reçete arasındaki uyumsuzluğun yanısıra 8 yaşındaki bir çocuğa anksiyete tanısı ile 10 gün rapor verilmesine çok şaşırdım. Bu yaştaki çocuklara herhangi bir pedagoga veya çocuk psikiyatrisine sevk etmeden 10 günlük anksiyete raporunun bir sağlık ocağı hekimi tarafından verilmesine anlam veremedim.

Oğlumu görmeye gittiğimde sarılıp selamlaştıktan sonra, üzgün şekilde babaannesinin benimle gelemeyeceğini söylediğini belirtti. Hayal kırıklığı içinde o kadar da hasta olmadığını, benimle gelebileceğini söyledi. Sabahleyin okulda iyi hissetmediğini, hemşirenin kendisine bir hap verdiğini, onu yutmaya çalışırken kustuğunu anlattı. Ben gördüğümde gerçekten de ateşi yoktu, ama süzgün bir hali vardı. Babaannesi benimle gelmesine izin veremeyeceğini söylediğinde anlam veremedi, arabayla gideceğimiz için yorulmadan gideceğini söyledi. Raporlu olduğu için icra yoluyla onu almamın mümkün olmadığını söyledikten sonra neşelenmesi için biraz oyun oynadık. Hava da güzel olduğu için balkonda pişti, kızmabirader gibi oyunlar oynadık. Benimle gelemeyeceği için üzgün olmasınının dışında, ruh halinde ve zekasında her zamankinden farklı bir durum gözlenmiyordu. Annemle birlikte birkaç saat yanında kaldıktan sonra, babasının ertesi sabah geleceğini söylemesi üzerine oradan ayrılarak İstanbul’a döndük.

İstanbul’a döndüğümde, sağlıkla ilgili bir firmada çalıştığım için çevremdeki doktorlara bu konuyu danıştım. Hepsi böyle bir şeyin olamayacağını, eğer oluyorsa doktorun bu raporu baskı altında vermiş olabileceğini veya bunun bir rapor sahtekarlığı olabileceğini söylediler. Özellikle de velayet davasının sürdüğü kritik bir dönemde, annesinin alacağı cuma günü verilmiş 10 günlük bir anksiyete raporu şüphe uyandırmaktadır. Çalıştığım şirketteki hekimlerden biri, hekim hekime konuşarak anlamaya çalışacağını söyleyerek raporu veren Dr.Xxxxx Xxxxx’ü aradı. İzne ayrılmış olan doktora cep telefonundan ulaştık. Kendisi oğlumun adını duyunca hatırlamadığını ve mahkemeden haberi olmadığını söyledi. Oysa ki, Bandırma küçük bir şehir, ve bu hekim aynı zamanda Nemo'nun gittiği okulun da hekimi olduğu için oğlumu tanımamasına ve mahkemeden habersiz olmasına ihtimal vermedim. Kendisi biraz ısrar edince, hekim arkadaşıma kendi raporunun sorgulanamayacağını ifade etti. Anksiyete raporunu niye verdiği sorulduğunda ise çocuğun apatik ve dezoryente olduğunu belirtti. Hekim arkadaşlarım, apati ve dezoryantasyonun anksiyeteden ağır bir durum olduğu, bu durumda bir çocuğun rapor verilip eve gönderilmeyeceği konusunda beni bilgilendirdiler. Öte yandan apatik ve dezoryente veya anksiyete halindeki bir çocuğun bir kaç saat boyunca pişti ve kızma birader gibi zeka ve beceri gerektiren oyunları oynayamayacağını söylediler.

Gözlemlerim ve aldığım bilgiler ışığında, raporun verilmesi için babası veya babaannesi tarafından Dr.Xxxxx Xxxxx’e baskı yapıldığını tahmin ediyorum.

Hukuk davasının sürdüğü bir ortamda, haftasonu annesini görmeyi, onunla eve gitmeyi bekleyen çocuğun umutları yerini hayal kırıklığına bırakırken, bir yandan da tıp mesleği üyelerinin saygınlığına gölge düşürmesi mümkün bu tip olayların önlenmesi, bir daha yaşanmaması, başka annelerin ve çocuklarının mağdur olmaması için olayın soruşturulmasını, tespitlerim haklı görüldüğü takdirde ilgilisi hakkında gerekli işlemlerin yapılarak sonucunun aşağıda yazılı adresime tebliğini saygılarımla arz ederim.

dory

Tel :
İş Adresi :

Göndermeden önce avukatıma da okudum, sadece son cümleyi azıcık değiştirdi. Tahmin edeceğiniz gibi doktorla konuşan Shrek. Adını ve telefonunu da verdiği için doktor dün onu arayıp "şikayetini geri çeksin" demiş. Dilekçenin altında benim telefon numaram da var gerçi, niye beni aramadı acaba?... Belki dilekçemin kopyasını vermemişlerdir.
Dün akşamdan beri aklımda dönüp dolaşan bir düşünce bulutu var. Hoşgörü ve bağışlama üzerine düşünüyorum. Hangi durumlarda uygundur, ne zaman ezilmenize neden olur, yanlış davranışlara karşı ne zaman mücadele edilir, ne zaman akışa bırakılır vs... Sanırım adam "aa, böyle bir durum olduğunu bilmiyordum, babaannesi uzun süreli rapor vermemi rica etti, ben de kırmak istemedim" gibi bir şeyler dese şikayet etmezdim. Bu şikayetle ona hiçbir şey olmayacak aslında, işini kaybetmez, siciline işlenmez, zaten çocuğun anksiyete göstermediğini kimse ispat da edemez; belki biraz prestij kaybeder, etiğe, hukuka çok değer veren bir imajı varsa, belki o biraz zedelenir, bunların da hepsi varsayım. Çevredeki kendi de aynı şeyleri yapan insanlar geriye çekilip cıkcık diyerek bakar ya, belki öyle olur.
Karşımızda farkındalık, ne yaptığını ve sonuçlarını anlama, bilseydim yapmazdım düşüncesi, kısaca pişmanlık gördüğümüzde, bunu, aynı şeyi bir daha yapmayacağının güvencesi olarak algılar ve bağışlarız. İtiraz, saldırarak savunma, yaptıklarının etkilerine aldırmama tavrıyla karşılaştığımızda da çatışırız Ben bu durumda şikayet ederim, çünkü o zaman sonuçlarından çekinerek "bir daha yapmaması" ihtimali olabilir.
Ben mi herşeyi fazla ciddiye alıyorum acaba?

11.6.07

Miras (the Inheritance)

Shrek seyahatte olmasa Hallmark Channel'da sürekli romantik kadın filmleri gösterdiklerini keşfedemeyecektim (her şeyde iyi bir yön bulmakta üstüme yoktur:) Kadın filmi dedim diye lütfen kimse savunmaya geçmesin, kötü bir şey kastetmiyorum.

Bu akşamki filmde zengin, aristokrat bir ailenin yanlarına alıp yetiştirdikleri güzel, akıllı, iyi kalpli bir kızın (sonradan baktım, Cari Shayne diye bir aktris oynuyormuş) hikayesi vardı. Evin babası o kadar demokrat ki kızı davetli oldukları baloya bile götürüyor; yerel at yarışlarında kıymetli atını bizim kızın koşturmasını istiyor. Tabii kıza hizmetçi deyip adamın geleneklere karşı geldiğini söyleyen bir de kızgın adam var ortalıkta. Aslında o adamın şımarık yeğeni de kızın peşinde ama o daha çok karanlıkta kıstırma niyetinde; oysa kıza aşık bir de centilmen var -ona esas adam diyelim bundan böyle-.


Kızın düşmanı sadece o aristokrat kızgın adam değil; bir de ailenin yanına koca aramaya gelen güzel ama yılan bakışlı kadın var (ki o rolü de Brigid Brannagh diye bir TV dizisi oyuncusu oynuyor -fotoğrafı aşağıda-). Yılan kadın baloda şımarık aristokrata pas veriyor ama adamın gözü güzel fakir kızımızda olunca fena halde kıskanıyor. İlk fırsatta da kıza çelme takmayı kendine iş ediniyor. Önce kıza haddini bilmesini, onun başka bir dünyaya ait olduğunu söyleyip moralini bozuyor; sonra başka bir davet gecesi, kızın bahçenin derinliklerine yürüdüğünü, öbür adamın da peşinden gittiğini görünce, az sonra beliren esas adama kızın onu sorduğunu, sonra da bahçeye gittiğini söylüyor. Zannediyor ki adam kızla öbürünü birlikte görünce kızacak filan. Halbuki öbür adam kızı zorla öpmeye çalışıyor, esas adam da onu kurtarıyor:)

Tam o sırada, evin babası yıllar önce ölen kardeşinin eşyalarını ilk kez açıp bakıyor ve bir mektup buluyor. (bir şey söylemiyor ama biz anlıyoruz:) Hemen sonrasında bahçede olan olayı öğrenip şımarık ve küstah aristokratı tartaklarken kalp krizi geçiriyor. Ölüm döşeğindeyken kızı çağırıp ona kardeşinin kızı olduğunu açıklayıp bunu belgeleyen mektupları verdikten sonra ölüyor.

Mezarlıktan dönerlerken evin annesi "sakın bir yere gitme, mutlu insanlar hiçbir şeyin değişmesini istemezler, burada çok büyük bir değişiklik oldu zaten, başka değişiklik istemiyorum" diyor; kız da gidip mektupları yanan şömineye atıyor. Ama onu kapı aralığından gözleyen genç ve fakir seyis/uşak/vs kız odadan çıktığında mektupları ateşten alıveriyor. Bu kapı aralıkları filmde tekrarlayan bir motif zaten. Mesela bir sonraki sahnede de bizim kız, kapı aralığından duyduğu bölümüne bakarak aşık olduğu adamın öbür kıza aşkını anlattığını zannediyor, ama aslında adam ölen amcanın karısına yazdığı aşk mektuplarını okuyormuş -kız sonunu beklemeden gidiyor ama biz gerçeği görüyoruz-.

Bu arada filmin başlarında, olaylar bu kadar gelişmemişken, uşak/seyis evin annesinin mücevherlerini çalıp satıyor, bizim kız bunu öğrenince bir daha yapmamaya söz verirse bunu gizli tutacağına söz veriyor. O sırada bu konunun filmin sonunda nasıl bir önem taşıyacağını bilmiyoruz tabii. Hizmetçilerin odalarda kayıp mücevherleri aradığını öğrenen yılan kadın bir kolyeyi de kendi çalıp kızın odasına bırakıyor; ertesi gün hizmetçiler bulduğunda da dananın kuyruğu kopuyor. Önce bizim kızdan bir açıklama istiyorlar, ama o seyis/uşağa söz verdiği için gerçeği söylemiyor ve odadan kaçıyor. Ama az sonra seyis/uşak getirip çaldıklarını geri veriyor; yılan kadın "aa, demek Edith'le ortak çalışıyorsunuz" deyince çocuk "bizi konuşurken siz de görmüştünüz" diyor, böylece kadının yalanı ortaya çıkıyor; evin annesi az önce hırsızlık yaptığını itiraf eden çocuğun sözüne güvenip yılan kuzini evden kovuyor. Seyis/uşak o sırada ateşten kurtardığı mektupları da ortaya çıkarıyor. Böylece bizim kızın esas çocukla aşkına engel olan sınıf farkı da ortadan kalkmış oluyor ve onlar öpüşürken film bitiyor.

Nasıl ama?...

Bu aralar bana hep sonunda aşıklar kavuşmuş öpüşürken biten filmler kısmet oluyor:) Ya da ben dergi karıştırır veya blog dolaşırken, onların gösterildiği Hallmark Channel'ı açıyorum. Söz, bir daha romantik aşk filmleri hakkında ileri geri konuşmayacağım. Bütün söylediklerimi de geri alıyorum.

Not 1: Şimdi -belki bir fotoğraf bulur da buraya koyarım diye- digiturk'ün web sitesinden filmin detaylarına baktım. Meğer film Louisa May Alcott'un 17 yaşındayken yazdığı bir romandan uyarlanmış:)) Ben "Küçük Kadınlar"ı da ezberleyene kadar, 15 kez filan okumuştum... ama o zaman 9 yaşındaydım.
Not 2: İlkokulda her okuduğumuz şeyin özeti ve anafikrini çıkartırdık. Bana hep babam yardım ederdi, hatta kendi yapardı; ben de hep tek başıma yapamayacağımdan korkardım. Babacığım, iyi ki yardım etmişsin, senin nasıl yaptığına baka baka öğrenmişim işte.
Not 3: Akşam Shrek aradı. Nemo'ya 10 günlük anksiyete raporunu veren doktor Shrek'i aramış, "benim eşim hukukçu, şikayetini geri alsın, yoksa biz de işi çirkinleştirmesini biliriz" demiş.

10.6.07

Anne Yılları

Geçen hafta Mammut Shrek'i arayıp konuştuklarında, Shrek "çocuklar 12 yaşından sonra ancak fazla etkilenmeyebilir anneden ayrı olmaktan, ama o daha anne çocuğu" demişti (taraf değilmiş edası ve doktor sesiyle) , Mammut'un cevabını duymamıştım. Kapattıktan sonra Shrek'e sorduğumda o söyledi, "anne yılları geçti artık" demiş.
Bugünkü ev toplama harekatının son adımı olarak, bastırdığım fotoğraflarını albüme yerleştirmem sırasında ortalığı ufak çapta bir sel götürdü de... Shrek yanımdayken böyle şeyler olmuyor işte.

Ev Terapisi

Bu hafta üç gün sabahtan akşama kadar sunum ve toplantıyla geçti; salı günü gelen üç yabancı misafir perşembe günü gitti, çarşamba gelenler de cuma akşamüstü. İkinci grupta, yabancı ortağımızın benim sorumlu olduğum iki alandaki direktörleri ve birine bağlı bir müdür vardı. İkisi de fonksiyonel olarak bağlı olduğum pozisyonlar yani, ama organizasyonel olarak değil. Çıkılan akşam yemekleri de üstüne gelince yorgunluktan öldüm. Bütün hafta eve erken gelip, üstümü değiştirip ayaklarımı uzatıp TV karşısında kucağımda pizza yemeyi hayal ettim. Cuma akşamı bu hayalimi gerçekleştirebilirdim ama Shrek o sabah seyahate çıktı (Salı gecesi dönecek) ve tek başıma olursam bütün pizzayı bitiririm diye tost yapmakla yetindim.
Ben tek başıma yaşamayı öğrenmediğimi bir kez daha fark ettim. Bu bir şikayet değil, sadece tespit. Sudan çıkmış balığa dönüyorum. Sıkılmıyorum, kötü hissediyor filan da değilim, hatta dünya kadar iş hallediyorum. Mesela bu haftasonu üç koca Ikea torbası dolusu eşya attım, dördüncüsüne de yeğenime gösterilecek giysileri koydum, o beğenmezse atılmak üzere. Cumartesi Juno gelecekti bana, dekorasyon önerileri vermeye, ama rahatsızlandığı için gelemedi. Safrakesesinin neden olduğunu düşündüğü bir takım bulguları var, doktora gidecekti. Ben de ıvır zıvır işleri halletmek üzere yola koyuldum. Önce keten takımlarımı kuru temizlemeye bıraktım, hatta üşenmedim yarı fiyatına olduğu için orduevinin kuru temizleme servisine götürdüm. Manikür vs gibi işleri halletmek için Nilgün'e uğradım, gerçi lafa daldım, iki saat kaldım, hatta kendilerine söylerken bana da kepekli tost ve ayran söylediler, günün ikinci öğününü akşamüstü orada yemiş oldum. Sonraki kaç zamandır bagajımda dolaşan ayakkabımı Hotiç'e götürme ve Nemo'ya söz verdiğim yeşil Barraki'yi almak için Profilo'ya gittim (otoparkı parasız ya). Gerçi oradaki Hotiç kendi dükkanları değil, bayi imiş, o yüzden almadılar ama yeşl Barraki'yi buldum. Neyse, haftaiçi bir öğlen Kağıthane'deki seri sonu mağazalarına götürürüm, iş yerime yakın nasıl olsa. Aslında sadece bir tekinin fiyongu düştü ama fiyong kaybolunca böyle iş çıkardı bana, üstelik en sevgili yazlık ayakkabım sayılır. Cazibelerine kapılıp aldığım yüksek topuklu ayakkabılarım dolapta yepyeni beklerken benim bütün yaz döne döne giydiğim bej-siyah-lacivert kısa topuklu, yuvarlak burunlu üç ayakkabımdan biri.
Oraya kadar gitmişken Profilo'nun karşısında açılan C&A'ya da uğradım. Yurtdışı seyahatlerimde bir C&A'ya bir de H&M'e mutlaka uğrar, çoğunlukla da çocuk bölümünden Nemo'ya alacak bir şeyler bulurdum. Yine öyle oldu, 10 YTL'ye bir kapri, 12 YTL'ye bir mayo aldım Nemo'ya. Geçen sene bol ve uzunca şort mayosuna oranla kısa, bildiğimiz mayo kumaşından, yapışık model mayosunu daha çok seviyordu; o yüzden ikincisini almadım, gelsin hele, bir öğlen alıveririm.


İyice yorulduktan sonra pet shoptan (ölenin yerine) kırmızı japon balığı, marketten kendime bir paket pita ekmeği, çilekli yoğurt, yasemin kokulu tütsü (hayatımda ilk kez tütsü alıyorum) ve iki dergi aldım, biri Lezzet (çünkü içinde Tijen'in ve Elif'in yazıları oluyor, ayrıca Nemo börek seviyor ve bu ayın konularından biri bu), diğeri Evim (çünkü kafayı evi düzenlemekle bozmuş durumdayım). Sonra eve gelip pitanın içine izmir tulumu ve közlenmiş patlıcan koydum, bir de çay yaptım, kucağıma dergilerimi alıp kuruldum kanapeye. Neredeyse unutuyorum, o arada bir de aklıma takılan bir tatlı ekmek tarifini kuru kayısılı ve cevizli hazırlayıp makinayı çalıştırdım. Hatta salonun birkaç fotoğrafını çektim ama makinanın ara kablosu Shrek'in evinde kalmış herhalde, o yüzden bu yazı böyle fotoğrafsız; hayal etmeniz gerekecek. (Sonradan ekledim fotorafları, fazla hayal payı kalmadı:) Dergileri karıştırmam (o gecelik) bitince biraz da blog dolaştım, televizyonda bir filme takıldım (ne olduğunu hatırlamıyorum şu anda), uykum geldiğinde saat 2.30'du. Garip değil, haftasonu evde yalnız olduğumda genellikle olan bir şey bu.
Haliyle pazar günü ancak 10.45'te başlayabildi; yatmadan önce böyle olacağını tahmin edip panjurları kapattığım için müteşekkir uyandım. Çay-tatlı ekmek kahvaltısı, başka bir aptal film, biraz blog gezintisi derken gün geçiyordu ki salonda kalmış bir şeyi içeri götürdüğümde kendimi dolap temizlerken buldum. İşte bahsettiğim dört Ikea torbası dolusu eşya o arada dolaptan gün ışığına çıktı. Zayıflasam da giymeyeceğim ve daha çok kilo alsam da giymeyeceğim giysiler bir torbaya girdi, sadece az miktarda yok etmeye kıyamadığım şey kaldı. Artık sevmediğim çantalar da başka bir torbaya girip kapının dışındaki köşede yerini aldı. Ohh, çok iyi oldu, çok ferahladım. Birkaç parça da gittigidiyor'a koyacağım şey var, atmaya değil ama satmaya kıyabileceğim. Şimdi yoruldum, onların fotoğraflarını da yarın çekerim. Nasıl olsa bilgisayarıma şimdi aktaramayacağım.

Not: Henüz okumamış olanlar için fotoğrafları sonradan ekledim.

3.6.07

Lost Terapisi

Dün öğlenden beri Shrek bana Lost terapisi uyguluyor. Kaldığımız yerden, 3.sezonun 3. bölümünden başladık, az önce 20.bölüme geçerken mola verdik. Bir ara kalkıp, dün gelirken getirdiğim malzemelerle o köfte yaparken ben de mercimek köftesi yaptım. Arada ihtiyaç molası veriyoruz ama bu sabah kahvaltıyı balkonda yapmamız dışında ara vermedik sayılır. Her yerinden kalkan mutfağa uğrayıp Malatya'dan getirdiği kayısı ezmesinden bir parça koparıyor. Lost ve kayısı ezmesi depresyona karşı birebir.
Dün akşam Mammut Shrek'i aradı. Benim burada olmadığım, Shrek'in oğluyla olduğu varsayımındaydı. Shrek de hayret verici bir şekilde oldukça soğukkanlıydı. Bir deliyle onu tahrik etmeden ve sinirlenmeden konuşmayı biliyormuş pekala. Mammut önce Shrek'ten benimle kendisine mesaj göndermemesini istedi; sonra Shrek'i benim hakkımda uyardı. Araya bol bol en medeni erkeğin bile bilinçaltını zorlayacak imgeler sokuşturdu. Ben onu yatağıma aldığımda henüz ilk kocamla evliymişim, ona da aynı şeyi yaparmışım filan...
Belli ki babaanneyle konuştuklarım ona kadar gitmiş, ama artık babaanne mi yanlış aktardı, Mammut mu yanlış anladı bilemiyorum tabii. Mesaj diye bahsettiği şey muhtemelen benim "adam tutup dövdürelim diyen çok oldu ama ben öyle şey yapmam, benden ona zarar gelmez, ama o yaşlanıp eceliyle öleceği zaman yanında kimse olmayacak, zorla yanında tuttuğu, annesinden ayırdığı oğlu o zaman onu yalnız bırakacak" deyişim. Mammut alıp bu lafı 'beni dövdürecekmişsin'e çevirmiş, Shrek'e "benim sana karşı düşmanlığım yok, benim derdim o kadınla" diyor...
Ayrıca babaanne inat yüzünden bunların yaşandığı, onun bana olan tutkusu yüzünden böyle davrandığı çerçevesindeki yorumları, oğluna o zamanlar niye nikah yapmadığını sorduğu, bana gelinlik ne kadar da yakışırmış rotasına girince dayanamadım, bu hastalıklı duyguyu körüklemeyi bıraksın diye yaz sonuna evleneceğimi, yakışıp yakışmadığını o zaman göreceğimizi söyledim. Bu laf evleneceğim ve onlara davetiye göndereceğim şekline dönerek Mammut'tan Shrek'e geldi. Efendim, üvey baba ile oğlunun yaşamasına asla rıza göstermezmiş vs. Sanki üvey baba yokken ayırmadı bizi... Bunu söyleyince de ben onu ve oğlumu terk etmişim, o ayırmamış diye başlıyor hikaye yazmaya.
Sonra gece boyunca Lost sahnesinde Mammut'a cevap verip durdum tabii. Yine de iyi meşgul etti zihnimi, seyrettiğimiz sürece kaptırdım kendimi gittim. İki gün boyunca oturmaktan boynum tutuldu, sırtım ağrıyor ama olacak o kadar. Yarın işe gidince zaten bambaşka bir dünyaya geçerim nasılsa.
Saçmasapan şeyler yaşayınca yazılar da saçmasapan oluyor.

2.6.07

Yazarsam daha kolay başa çıkarım diye aldım laptopumu kucağıma, oturdum televizyonun karşısına.
Dün öğlen işten çıkıp annemi almaya yola koyulduğumda Mammut aradı, Nemo ateşlenmiş, okuldan arayıp haber vermişler, babaanne gidip almış. Haftasonu hastayken alma dedi; ben de "bilakis, hastayken ona daha iyi moral olur, zaten yeni feribot saati uydu, feribotla rahat rahat gider gelir" dedim. Kıyamet koptu tabii, bağrışmaya başladık. O bana "istiyorsan orada kalır bakarsın, iki günle anne mi olacağını sanıyorsun" dedi; ben ona "orada ve babaanneyle olması zaten topyekün saçmalık, saçmalığı bir diğer saçmalıkla düzeltmeye çalışıyorsun" dedim; "anla artık, sana kimsenin ihtiyacı yok" deyince telefonu kapattım. Gidip annemi aldım, feribotla Yalova'ya geçtim, 17 gibi vardık. Yoldayken icra müdürü arayıp babaannenin rapor getirdiğini, teslim yapamayacaklarını söylemişti zaten. Önce icra müdürlüğüne uğrayıp raporuyla reçetesinin kopyasını aldım. Reçetenin tanı bölümünde tonsillit yazıyor ve ilaçlar da antibiotik, ateş düşürücü, öksürük şurubu, ama raporu 10 günlük vermiş ve tanı kısmında anksiete yazıyor. Deliye döndüm tabii. Rapor Bandırma 3.sağlık ocağı tarafından verilmiş, ama o saatte kapanmıştır diye Nemo'ya gittim. Kanapede uzanmıştı ama ateşi yoktu. Yanına oturduğumda "babannem sizinle gelemeyeceğimi söyledi" dedi üzgün üzgün. Süzülmüş hemen, boyunun uzunluğu çıkmış ortaya. Aslında rahatlıkla gelebilir, iyileşene kadar burada kalabilirdi, ama bunun için babasının bir insan olması gerekirdi ki öyle olsaydı zaten Nemo orada olmazdı vs. dönüp dolaşıp geldiğimiz hikaye işte. Balkonda uzun uzun oyun oynadık. Ben oynarken babaanne annemle konuştu, annem oynarken benimle. Nemo yarın saat kaçta geleceğimi, ne kadar kalacağımı sordu hep. Babası gelmeyecekse kalacağımızı başından söylemiştim; hep bu varsayım üstüne konuştuk. Sabah kahvaltıdan sonra geleceğimi, "yani kaç?", 9.30 gibi geleceğimi, uzun kalacağımı, "yani ne kadar?", akşama kadar kalacağımı söyledim, salak ben. Akşam kalmak için orduevini aradım ama yerleri yoktu, zaten 4 odaları var, başka bir otele yönlendirdiler. Saat 21.30 gibi biz gidelim artık dedim, uyumadan önce okumak için Nemo'dan bir kitap ödünç almak istedim, odasına gidip kitaplığından seçtik. O arada babaannesine Mammut'u aramasını ve ne zaman geleceğini öğrenmesini istedim. Önce duraksadı, ona ne zaman geleceği sorulmaz ki dedi, bilmez miyim... Ama o izin vermiyor diye telefon numaranızı da vermiyorsunuz, sabah gelmeden önce arayıp da öğrenemem, o yüzden şimdi arayıp sorun dedim. Ben içeride Nemo'yla kitap seçerken o arayıp konuştu, yarın gelmeyeceksen kalacaklar dediğini duydum, sonra Nemo'yu telefona çağırdı, azıcık konuştular, sonra nemo gözleri yaşlı, sabah geliyormuş diyerek geldi. Bütün hafta anneme gideceğim diye plan yapmış, şimdi de hiç olmazsa cumartesi gününü birlikte geçireceğiz diye plan yapıyorduk, "bütün programım bozuldu" diyordu. İki hafta sonra yine geleceğim, o zaman iyileşmiş olacaksın, beraber İstanbul'a gideceğiz, sonra zaten yaz tatili gelmiş olacak dedim, avutmaya yetmedi. Saat 22 gibi yola çıktık.
Bu sabah 10'a kadar uyudum, ablamın ne olduğunu soran mesajıyla uyandım, kucağımda laptop, durup durup ağlıyorum, hallmark'ta tam bir beyaz dizi filmi var, yan gözle onu seyrediyorum. Ben bir yaz tatilinde yanımdaki kitaplar bittikten sonra çaresizlikten kampın terkedilmiş kitaplar kütüphanesini okumuştum. O zamanlar günde bir kitap okurdum. Beyaz dizi kitaplarını o yazdan biliyorum. Bir de bir gazetenin magazin ekinde arkası yarın şekilnde yayınlanıyordu, yaz boyunca merakla ertesi günü beklemiştim. 12-13 yaşlarındaydım... Şimdi yan gözle baktığım filmde de akromegali hastası çok zengin bir münzevi ile bir ressam kadının aşkı var. Beauty and the Beast uyarlaması sanırım. Adam insan içine çıkmıyor, yüzünü kimsenin görmesini istemiyor, aile geleneği olduğu için ressamı şatosuna davet ediyor vs. Kalanını tahmin edebilirsiniz. Şu anda mutlu son sahnesi var, adam "sana güvendim, kendime güvenemedim" diyor.
Sergi salonunun önünde öpüşürken bitiyor film.

1.6.07

Dolar Okulu:)

İki hafta geçti, bugün Nemo’yu almaya gitme günü. Birinci haftayı hasta, haftasonunu dinlenerek, bu haftayı da koşturarak geçirdikten sonra haftasonu geldi yine. Geçen hafta bahsettiğim okul araştırmasını internet üzerinde devam ettirdim. Evin çevresinde 5 km çaplı bir daire içindeki tüm özel okulların web sitelerine girdim. Ders çizelgelerinden derslerin kaçta başladıklarını, kaça kadar sürdüğünü çıkardım; birkaçına telefon edip etüd olup olmadığını sordum. 2007-2008 ders yılı ücretlerini çıkardım, yemek bedellerini, KDV’lerini üstüste koydum.
Sonuçta idrak ettim ki, en ucuzu 12.000.-YTL (ki aslında bu okul için devlet okulunun olması gereken standartta deniyor ama bence bu kötü bir şey değil zaten), sonra 14.000-14.742.-YTL grubu geliyor (bunlar da ya tanınmamış, ya da tanınmış ama eğitimi pek iddialı olmayan okullar) , en üstte de 16.092-16.734-17.087.-TL grubu var (Bunlar artık tanınmış okullar tabii). Muhtemelen bölgede daha pahalı birkaç okul daha var ama onlara bakmadım artık.
Dersler genellikle 8.30’da başlıyor, bazı okullar ilk dersten önce “derse hazırlık” dedikleri bir şey için 20-25 dk öncesinde getiriyor çocukları. Akşamüstü ders bitiş saati de genellikle 15.30; bazı okulların etüdü var ama herkes eve giderken okulda kalmak çok sevimsiz birşey olsa gerek. Dolayısıyla benim en erken başlayan, yani Nemo’yu servise bindirip evden çıkabileceğim bir okul seçmem şart, ama akşamüstü ben gelene kadar onunla ilgilenecek bir “abla” bulmaktan başka çarem yok; o yüzden bitiş saati bir kriter olamaz. Annem tabii gelip bizimle yaşamaya, sabah servise bindirmeye, akşam karşılamaya hazır olacaktır ama düzenimizi annemin üstüne kurmak istemiyorum. Bir seçenek de çıkışta Nemo’nun servisle anneme gitmesi, benim uğrayıp onu almam, ama bunun mantıklı olması için okulunun anneme yakın olması gerekir ki o zaman babasına da gereksiz yakınlıkta olur.
Öte yandan bu düzene herkes nasıl uyduğunu anlamıyorum. Benim bilmediğim bir şeyler var herhalde. Ben işyerime yakın oturduğum için (nihayet) 7.40’ta evden çıksam bile 8.00’de ofisinde olan şanslı azınlıktan zannediyordum kendimi; sadece bazı okulların 8:00’de başladığını fark edip o kadar da şanslı olmadığımı anladım. E çocukları 8.40’ta başlayan okullara giden kadınların hepsi mi çalışmıyor?! Veya hepsinin mi kocaları kendi işlerinin patronu da daha geç gidebiliyorlar işe?! Tabii evden çalışan kadınlar veya daha geç açılan işyerleri de vardır ama, işe gelirken gördüğüm onca araba, servis otobüsünü dolduran, hatta Maslak'tan geçerken oradaki plazalara girerken gördüğüm onca kadın ne yapıyor? Servisle geldiklerine göre onların büyük kısmı uzaklardan geliyordur, en geç 7.00'de binmişlerdir servislerine... Yok, benim bilmediğim bir şeyler var mutlaka.
Ben aklım bunlarla dolu dolaşırken, bir baktım, Ayça Şen de oğlu Memo’ya okul arıyormuş. Ben akşamları iş çıkışı eve giderken Radyo Eksen’de Ayça Şen’in programını dinlerim hep. Hoş ben arabada hemen hemen hep Radyo Eksen dinlerim ya, 17-19 arası Ayça Şen’e rastlıyorum demek daha doğru. Her zamanki gibi öldürdü beni gülmekten. Elinde 30 okulluk bir liste varmış, bu eğitim, sağlık gibi etik içerikli konularını “sektör” olarak anılmasına sinir oluyormuş. “Hah bak listedeki bir okul hiç olmazsa dürüst, açık açık okulun ismini bir para birimi koymuşlar, şimdi isim vermeyeyim ama resmen Dolar Okulu gibi bir şey” diyor. Bir yandan kahkahalarla gülüp bir yandan araba kullanırken (yolda beni deli zannediyorlar herhalde) Shrek aradı. O da havaalanı yolundaydı o sırada. Ayça’yı dinliyor musun, diye sordu gülerek. Hangi okulu kastediyor diye biraz düşündük ama bulamadık. Sonra gece tekrar aradığında telefonu “xxx” diyerek açtı (hadi ben de isim vermeyeyim). Ben de konuyu çoktan unutmuş, “ha evet, ona da bakacağım” dedim; “yok yok, Ayça’nın bahsettiği okul, hani para cinsi ismi olan, o xxx olmalı” dedi. Bir anda aklına gelivermiş:))