24.5.07

Keme Yahnisi

Shrek iş seyahatlerinden genellikle yiyecek değişik bir şeylerle döner. Bu sefer Gaziantep'ten yarım kilo keme ile geldi. Koyu renkli yer elmasına benziyor ama keme aslında bir çeşit mantar (trüf de deniyor). Yerin altında kendiliğinden yetişirmiş. Oralarda daha çok kebabı yapılırmış. Shrek yediği keme kebabını pek de beğenmemiş, kuru tatsız bir şeydi diyor; ama yine de çarşıya inip almış, evde deneyelim diye. Fransa'da çok pahalı demişler (bence Antep'te de çok pahalı; kilosu 30 YTL!). Satan adam, çok kolay pişer, en son katın yemeğin içine diye tembihlemiş.

Dün iş çıkışı ona gittiğimde mutfaktan nefis kokular geliyordu. Uçağı öğleden sonra indiği için eve biraz erken gelmiş, keme yahnisinin et kısmını pişirmeye başlamış. (Bundan sonrası onun verdiği tarif) 3 büyük adapazarı soğanını hilal (ben piyazlık derim o şekle:) şeklinde doğramış. Bunlarla tencerenin dibini doldurmuş. İçine 10-15 adet tane karabiber atmış. Eti (dana but) tam ortaya yerleştirmiş. Sonra en küçük ocakta en kısık ateşte pişirmeye başlamış. 1 saat sonra 1 çorba kaşığı "blackberry" ekstresi (IKEA'dan aldığımız konsantre şurup) koymuş. (Aslında niyeti erik ekşisi koymakmış; iyi ki onu bulamamış) Suyu azaldıkça sıcak su ve/veya sıcak kırmızı şarap koyarak yaklaşık 2 saatte pişirmiş. Ben vardığımda yemek işte tam bu aşamadaydı. Ben de kemeleri yıkayıp soydum. Onları yarıya bölüp içine attı. (Daha önce tuz koymayı unuttuğu için tuzunu da bu sırada ekledi.) 15 dakika daha pişirdi. Sonra altını kapatıp kapağı kapalı olarak biraz dinlendirdi. Sonra oturup ikimiz hepsini yedik. Yanında önünde başka bir şey olsa rahat 4 kişilik bir ana yemek olurdu, ama biz tek başına ve tek başımıza bitirdik.

22.5.07

Okullar ve Dilekler

Bugün daha iyiyim. Dün hemen hemen bütün gün uyuduktan sonra gece yatıp 10 saat daha uyudum; sonra kalkıp salonda bir kanapeye yerleştim. Biraz iş yaptım, maillerime baktım, bazılarına cevap verdim, arada gidip kendime yiyecek bir şeyler hazırladım ve yemek üzere yine kanapeye döndüm. Sonra bu çevredeki ilköğretim okullarının web sitelerine girdim, bulabildiğim kayıt ücretlerini not aldım; anne-çocuk sitelerinin forumlarında dolaşıp okul arayan anneleri, onlara bildiklerini anlatan diğer anneleri okudum; sonra birine üye oldum ve bu konudaki foruma yorum (daha doğrusu bir soru ve bir tavsiye) ekledim. Bir zamanlar çocuk etkinlikleriyle ilgili yazışan bir yahoo grubuna üye olmuştum; sürekli etkinlikler, okul tavsiyeleri, ürün yorumları geliyordu; Nemo'suz kalınca dayanamayıp gelen mailleri durdurmuştum. Acımı azaltmak için anne değilmişim gibi yaşamayı tercih ettim galiba. Bu blogun başlarında da öyle değil miydi? Gezilerden, yemek tariflerinden bahsediyordum ama Nemo'dan bahis yoktu. Sonra dayanamadım, rol yapamadım, çözüldü her şey bir bir, neredeyse sadece Nemo'dan bahseder oldum. Şimdi de belki biraz erken, daha mahkemenin ne zaman sonuçlanacağı belli değil, sonuçlandığında temyiz sonucunu beklememiz gerekip gerekmeyeceği de. Bu arada tüm özel okullar ara sınıflarındaki kontenjanlarını açıklayıp seviye tespit sınavları düzenliyor; biz hepsini kaçırıyoruz. Ama olsun, Secrets'da söylenenleri uygulamış olurum ben de; dileğim gerçekleşmiş gibi davranıyorum işte...
Geçen Cuma annemin doğumgünüydü. O gün kutlayamadık ama ertesi gün dışarı çıktığımda mini boy bir cheesecake aldım, üstüne bir mum koyduk, ben ışıkları söndürdüm, Nemo elinde mumu yanan minik pastasıyla salona geldi ve birlikte "iyi ki doğdun ananne" şarkısını söyledik:) Nemo ben iyileşince yerim dediği için onun payını da bugün ben yemek zorunda kaldım. E iki hafta durmazdı ki... Anneme "hadi bir dilek tutup mumu söndür" dedim, annem bizden tarafa kaçamak bir bakış attı, Nemo "ben ne dilediğini biliyorum" dedi bilmiş bir edayla. Biliyor tabii, sevildiğini çok iyi biliyor.

21.5.07

Lego ve Mendil Haftasonu

Tuhaf, 3 sene boyunca nezle bile olmamışken bu sene bu üçüncü yatak döşek hastalığım. Ciddi bir şey değil, virütik bir şey. Hafif ateş, şiş boğaz, korkunç bir kırıklık.. Dün gece Erdek'ten dönerken başladıydı zaten, ama yol yorgunluğuna verdiydim. Gece araba kullanmaktan şikayet eder misin, al sana hem gece hem yağmur diye diye geliyordum ki üşümeye de başladım.
Belki de Nemo'yu hasta hasta oraya götürüp bırakmak zorunda olmak düşürdü direncimi. Cuma almaya gittiğimde ateşi vardı. Bir haftadır burnu akıyormuş, birkaç gündür öksürüyormuş. Babaannesi ceza almasın diye o gün spor dersine girsin demiş, o da futbol oynamış. Fitil koymuş, bir kaşık da ilaç verdim diyerek bana bir şişe A-ferin uzattı. Sesimi çıkarmadan alıp hiç muhatap olmamak lazımdı belki de ama ben dayanamadım, ben bu ilacı vermem dedim. Siz bildiğiniz gibi yapın dedi. Hayır, benim ne bildiğim önemli değil. Neyse, biraz kapı dibi gerginliği ile alıp çıktık Nemo'yu. Yol boyunca uyudu güzelim. Eve geldiğimizde ateşi 38.8'e çıkmıştı. Calpol'le biraz rahatlayınca kalkıp oturdu, her geldiğinde yaptığı gibi film seyretti. Cumartesi sabahı kalktığında ateşi yine 38.8 olunca gidip hemogram ve idrar tahlili yaptırdım. Shrek de oğluyla Çanakkale gezisinde olduğu için telefonla akıl verdi. Lökosit 25,000 çıkınca antibiotiğe başladım hemen. Onu öyle boynu bükük, kanadı kırık görmeye hiç dayanamıyorum. Neşesini yerine getireyim diye hazır dışarı çıkmışken bir de oyuncakçıya uğrayalım dedim, kırmızı Barraki'yi bulduk, seriyi tamamlamak için sadece yeşil kaldı. Aslında babası yeşil Barraki'yi almıştı ama yanında getirmesini istediği için yeşil orada, diğerleri burada.
Cumartesi günü ateşli ve bol filmli geçti. Pazar sabahı ateşi düşmüş, keyfi de yerine gelmişti. Burnu çok akmaya başladı ki aslında bu da iyi bir şey. A-ferin vermeyin deyişimin nedeni de o. Bu tip ilaçlar koyulaştırarak akmasını engelliyor, enfeksiyona çevirme riskini arttırıyor. Meleğim öyle iyimser ki her koşulda kendini koruyacak bir yön bulup çıkarıyor; bu haftasonu lego ve mendil haftasonu oldu dedi gülerek. Birkaç gün okula gidemeyeceği için -ve epey önce hastayken bir gün daha kalmasına izin verdiği için- babasını aradık. Başından tembihledim ama, izin vermezse sakın üzülme dedim. Telefonu kapalıydı, ulaşıp soramadık bile. Babaannenin cep telefonunu zaten hiç vermemişlerdi. Ev telefonunu da yanlış verdiydi. Düşündüm, iyi ki gerçekten acil bir durum yok, yoksa ulaşıp haber bile veremeyeceğim.
Pazar günü 15.45 Yenikapı-Yalova feribotu ile geçtik. Yolda film seyretmek için bilgisayarımı yanıma almamı istemişti ama kopya dvd'yi okumayınca plan bozuldu. Feribottan kitap alırız demiştik, küçük feribotta o da yok. Bana Paint'i açtırıp 9 bölmeli bir kare çizdi, üç taş oynadık.
Yalova-Erdek arasını yine uyuyarak geçirdi. Vardığımızda yine o gülümsemeyi taktı suratına. Kapıyı babası açtı. Ben ilacını ve tahlil sonuçlarını uzattım, böyle oldu, tahlilde şöyle çıktı, ilacını şöyle verfilan diye konuşurken o içeri gidip bangır bangır çalan müziği kapattı, annesine "gel sen de dinle" diyerek çağırdı. Ben aynı şeyleri bir de babaanneye anlattım. İcra memurunun hazırladığı standart tutanakta "sağlıklı olarak teslim edildi" ifadesini kastederek "sağlıklı teslim almadık" diye homurdandı. Allahtan icra memuru "nasıl aldıysak öyle teslim ediyoruz" deyip lafı kapattı da benim bir şey dememe gerek kalmadı.
2.5 saat daha araba kullanıp Yalova'ya vardığımda ateşimin çıkmasına şaşmamak gerek, az bile. İşin kötüsü o saatte bir tek Yalova-Pendik feribotu olduğu için eve varana kadar daha bir saatlık yol kalmış olması. Titreyerek eve varıp kendimi yatağa attım. Sabah 8.30'da bu hafta geçireceğimiz denetimin açılış toplantısı olmasaydı hayatta kalkıp işe gitmezdim. Nitekim toplantıdan sonra hemen eve dönüp yattım. Pancurları kapatınca öyle güzel uyunuyor ki... Akşama doğru salona, televizyon karşısına geçtim ki gece doğru dürüst uyuyabileyim, iyileşeyim ki yarın işe gidebileyim.

12.5.07

Beyoğlunda Cumartesi

Tahmin ettiğim gibi, uyumak ve bunu Shrek'e sarılıp yapmak iyi geldi. Sabah keyfim yerinde uyandım. Eve gidip bir duş aldım, saçlarım iyi kurudu, az renkli bir makyaj yaptım, kot pantolon, beyaz tişört, siyah ince mont, siyah babetlerim ve çapraz astığım gri çantamla kendimi çok iyi hissettim. Arabayı Yenievent'e parkedip metroyla Taksim'e gittim, Juno'yla tramvay durağında buluştuk. 50 metre sonra da kocasına rastladık, iyi mi? O da kitapçı dolaşmaya Beyoğlu'na gelmiş. Hep beraber Galatasaray'a kadar yürüdük, önce kocasının işyeri de Galatasaray'da olduğu için öğlenleri gittiği bir esnaf lokantasında karnımızı doyurduk, sonra ayrılıp sergiye gittik. Arkeopera Galatasaray Lisesi'nin yanından aşağı inerken sağ kolda, arkeoloji kitapları çıkaran bir yayınevi; bahsettiğim yerin giriş katı kitapçı, alt katında sanatsal hediyelikler satılıyor, üst katında ise sergiler oluyor. İşte bizim gittiğimiz de bu sergiydi.


Serginin son günü gidip, kapandıktan sonra duyurduğum için çok üzgünüm ama bu isme dikkat edin, başka bir sergisine rastlarsanız kaçırmayın. Bu gece 23.00'te NTV'deki Stil Dünyası programında da ropörtajı yayınlanacakmış. Ben oturdum televisyonun karşısına, ayaklarımı uzatıp kucağımda laptop,hem bunları yazıyorum, hem Kanaltürk'te Politika Durağı'nı dinleyerek saatin 23 olmasını bekliyorum.

Sergi bir yana, Arkeopera o kadar huzurlu, güzel ışıklı bir yer ki, cumartesileri dipteki koltuklarda oturup kitap okumak için de gitmeli; sonra ayıp olmasın diye birini alıp çıkmalı.

Juno'yla buluştuğumuzda saat 12'ydi, sergiden çıktığımızda ise 17. Çok konuştuk, çok güldük, çaylar içtik, çilekler yedik, hayaller kurduk, planlar yaptık.

Dönüşte Taksim'e yürürken gözüme çarpan bir vitrindeki Sünger Bob'lu, Nightmare before Christmas karakterli tişörtler dikkatimi çekti. Nemo o iskeleti çok sevdiydi ya girip ona siyah bir tişört aldım. Çocuk modellerinde o figür yoktu, ben de kadın modellerinin en küçüğünden aldım; yandaki desenin aynısı. Nemo görünce çok sevinecek:)

Mephisto'ya girip anneme de the Secrets kitabını aldım. Filmini seyrettiğimde yeni bir şey söylemediğini yazmıştım; ama Çağla annesine verdiğini ve işe yaramaya başladığını, artık sürekli hastalıklardan, sıkıntılardan bahsetmediğini anlatınca, annem için de faydalı olabileceğini düşündüm. Endişelenmeyi bırakıp olumlu baksa, birazcık da elindekilerin keyfini çıkarmaya baksa, ne güzel olur...

Bu yazıyı yayınladıktan sonra, saat 23 olana kadar blog mu okusam, yoksa ortaya döktüğüm kışlık ayakkabıları kutularla kaldırıp yazlıkları girişteki ayakkabı dolabına yerleştirme işini mi yapsam diye düşünüyorum bir yandan da. En iyisi düşünmeyi bırakıp yapmaya geçeyim ben.

9.5.07

Yorucu Günlere Devam

Bir hafta geçti yine. Birkaç gün daha yazmazsam ipin ucu kaçacak. Öyle yoğun geçti ki gündüzler ve akşamlar, günler yorgun argın bitip dinlenemeden başladı. Kötü bir şey yok, yazamayışım sadece yoğunluktan.
Önce çok hoş bir yerden, Klasik Otomobil Müzesi'nden bahsetmeliyim. Feraevler'de, Ural Ataman'ın sahip olduğu koleksiyonu için kurduğu bir müze burası. Çok renkli, bakımlı,pırıl pırıl: bu tarif hem otomobiller, hem de müzenin bütünü için geçerli. Çok hoş, çok. Çeşitli organizasyonlar için de kiralıyorlar o alanı. Lansman toplantıları için çok uygun bence. Hatta orada düğün bile yapılır. Geçen perşembe, biz de mal ve hizmet aldığımız firmalarla buluştuğumuz yıllık tedarikçi toplantısını orada düzenledik. Bu sene 11.sini yapıyoruz ve bence en güzeli buydu. Müzenin müdürü de çok ilgili, her an işin başında, çok efendi bir bey, oranın güzelliğinde payı büyük. Benim de 10 dk.lık kısa bir sunumum vardı. Hoş, 1 saatlik sunumu kısa kısa bölümlerden oluşturduğumuz için 7 kişi sahneye çıktık. Sonrasında Nasuh Mahruki'nin Risk Yönetimi konulu bir sunumu vardı. Onu da herkes ağzı açık seyretti. Çok hayran kalıp, çok saygı duyduğumuzu söylemeliyim. Karşımızda sanki başka bir boyuttan konuşan, deneyimlerinden örnekler veren, çok bilinçli, çok etkileyici bir adam mükemmel bir Türkçe ile konuşuyordu. Liderlik ve Takım Çalışması konulu bir eğitimi daha varmış; eminim o da çok iyidir. O sunumunu dinleyecek bir fırsat çıkar umarım.
Perşembeyi ve sahne stresini atlatınca sıra Cuma stresine geldi. Annem hastaneden çıktığı için Erdek'e birlikte gittik, Nemo'yu babaannesinden aldık, döndük. Cumartesi günü ev çok hareketliydi; gelen giden eksik olmadı. Bir tek Lego almaya çıktık; çıkmışken bir de spor ayakkabı aldık; babaannesinin giydirdiği burnu delik eski okul ayakkabıları da torbaya koyup aldık; çünkü giyip geldiklerini geri götürmezse babannesi kızıyormuş. Akşam yaklaşırken Nemo'ya, bu gün tanıştığı yabancı misafirlerin Shrek'in evinde kaldığını, bu yüzden de Shrek'in gece bizde kalacağını söyledim; kanapeyi göstererek "ama burada yatsın" dedi, "benim yatağımda yatmasın, orada ben yatacağım". Çocukların ne kadar da naif, önyargıdan uzak bir yaklaşımı oluyor... Shrek geldiğinde de gayet normal karşıladı, ama bir süre sonra "kulağına bir şey söyleyeceğim" dedi, eğilip Shrek'in kulağına "babam suratına tükürmemi istedi" diye fısıldadı, Shrek doğrulunca da tu diye bir sesle tükürme efekti yaptı. Ben geçirdiğim şoku atlatı atlatmaz, bunun hakaret demek olduğunu, çok kötü bir davranış olduğunu, babası söylediği için yaptığını bildiğimi, ama Shrek'i üzmüş olabileceğini anlattım tabii.Nemo da, ama babam söyledi diye yaptım, hem yüzüne tükürük gelmedi diyordu. Babasının bazen çok yanlış şeyler söyleyebildiğini, onun söylediklerini yapıp yapmama, neyin doğru,neyin yanlış olduğu konusunda kendisinin karar verecek kadar büyüdüğünü söyledim. Gece biz film seyrederken Shrek bilgisayarıyla meşguldü; biz bir film daha koyunca ona kendi yatağımı verdim, ben kendime salonda yatak yaptım; sabah erkenden de gitti zaten. Nemo kalktığında salona yanıma geldi; kabus görmüş, ağlamaklıydı, sonsuza kadar ayrı kaldığımızı görmüş. Korkularımızın kendini bize kabus olarak gösterdiğini, korkacak bir şey olmadığını söyledim. Sonra hayat normal düzenine döndü. Ödevler, banyo, oyun, film, oyuncakçı üstünden Yenikapı. Yeni tarifeye göre Bandırma'ya sadece sabahları arabalı feribot gidiyor. O yüzden Mudanya üstünden gittik. Babaannesine bıraktığımızda saat 20.30'du. Nemo yüzüne yapmacık bir gülümseyen maske yerleştirip içeri giri. Biz yine yola koyulduk, 2,5 saat daha araba kullandıktan sonra Topçular'a vardığımızda öyle kalabalıktı ki gişelerden içeri bile giremedik. Araba kullanacak halim kalmadığı için mecburen bekledik; eve vardığımda saat 2'ydi. Yorgunluğum iki gün sonra hala geçmemişti.
Çarşamba sabahı da Sultanahmet'e gidip ifade verdim. Hani Şubat tatilinde ek tedbir kararı ile ilk gününden itibaren 10 gün süreyle alabilecektim; bir hafta geç verip üç gün sonra icrayla geri almaya kalktıydı ya, yetinmemiş, tedbir kararına uymadığıma dair savcılığa şikayet dilekçesi vermiş. Bir şey olacağı yok; savcıya durumu anlattım; ifadem yazıldı, suç işleme kastım olmadığı, geç aldığım için o tarihte geri vermediğim, okul başlarken teslim ettiğim yazıya döküldü. Savcı beni 8 yaşında çocuğun velayetinin anneye verileceğini söyleyerek uğurladı.
Perşembe Shrek seyahatte olacağı için Juno'yla buluşup Badem'in takı sergisine gitmeyi planlamıştık, ama o akşam galeride sohbet toplantısı olduğu için sergiyi toplayıp ertesi sabah tekrar kuruyorlarmış. Bu programı Cumartesi gününe bırakıp iş çıkışında sekreterimle birlikte Bahçelievler'e gittim. Departmandaki kızlara eşofman altları, tişörtler aldığı bir semt pazarı evinin 50 metre ötesinde kuruluyor. Bana ve anneme de birer eşofman altı istemiştim. Annem daha bol durdu diye benimkini beğenince benimkini değiştirmek gerekiyordu. Bu tabii bahanesi. Bir tezgahtan oğluna çok güzel şeyler aldığını duyduğumdan beri aklımdaydı zaten. Nemo'ya baharlık, yazlık bir şeyler almam lazım.
Pazar gerçekten de çok güzeldi. Nemo'ya iki tişört, bir üst, bir kapri, bir atlet-şort takım, kendime de iki tişört aldım. Esas aklım sebzelerde kaldı; benim eve yakın böyle bir pazar olsa gözüm dönüp elimi kolumu brokoliler, iç baklalar, fasulyelerle doldurur, sonra da yarısı bozulup çöpe giderdi herhalde. Yemeğe kalmam için ısrar edince ben de hayır demedim. Geçen haftasonu Swisshotel'in davetiyle katıldığı bir mutfak etkinliğinde öğrendiği bir tarifi biraz basitleştirerek yaptık. Somon filetoları tuzlayıp karabiber serptik; asma yaprağına sardık ve üstlerin milföy hamuru kapatıp kenarlarını altına çevirdik. Yumurta sarısı sürüp fırınladık. Esas tarifte somonun üstüne ince kıyılıp sotelenmiş mantar-soğan karışımı da konuyormuş, ama böyle de çok güzeldi. Biz pazardan döndüğümüzde saat 20.30 olmuştu, eşi kucağında uyuyakalmış oğluyla geldiğinde ise 21.00. Balkonda kurduğu pembeli sofrada somonlu böreklerimizi ve sosunu kocasına yaptırdığı muhteşem salatayı yedik, mum ışığında çayımızı içtik, çilekler, erikler yedik, sohbet ettik. Kalktığımda neredeyse geceyarısına geliyordu. Eve gidip biraz gevşeyip uyumam yine 1'i buldu. Sabah yine sürünerek kalktım ama olsun...
Cuma da bir koşturmacadır geçti işte. Akşam Shrek Eskişehir'den döndü. Birlikte gittiği arkadaşının bıraktığı yerde buluşup eve döndük. Önce benim eve gidip kahvaltı yaptık, sonra onunkine geçtik; ben bu satırları yazarken o da içerideki bilgisayarda bir şeyler yapıyor. Meditatif bir ruh haliyle donuk bir duruş var üzerinde. Az önce Shrek de iyi olup olmadığımı sordu, iyiyim dedim. Evet iyiyim, sadece şiş bir halim var, aldığım birkaç kilo kendimi çok ağır ve çirkin hissetmeme neden oluyor; üstelik bu durum karşısında ne bulursam yiyesim geliyor. Sofrada yaptığımız hangi durumda zayıfladığım, hangi durumda kilo aldığımla ilgili ufak bir psikanaliz seansı sırasında, geçen yaz başındaki rejimimin başarısıyla o aralar "bu adamdan bana hayır yok, ne kadar birlikte kalacağımız belli değil" diye hissetmem arasında ilişki kurdum. (Çocuklu bir kadınla aynı çatı altında yaşarsam boğulur ölürüm dediği zamanlardı.) Ben böyle deyince o da "bu adamdan bana hayır yok deyince zayıflıyorsun yani, adamdan hayır varsa şişmanlıyorsun, böylece senden adama hayır olmuyor" dedi. Zehirini akıttı, sonra da unuttu gitti; şimdi keyifli ve sevecen. Geçen seneki bundan da 6-7 kg daha fazla halim onu çok zorlamış olmalı. Düşünsenize, sevdiğiniz insan gözünüzün önünde çirkinleşiyor, artık beğenmediğinizi belli etmek de yakışık almaz, sevmediğinizden de değil, seviyorsunuz ama beğenmiyorsunuz; ne zor bir durum.
Sanırım bu yaşamımda almam gereken dersin ne olduğunu anladım: söze değil davranışlara bakmak ve özünde ne olduğunu görmek. Sözlerin güzel, beni kandırmak için söylenmiş yalanlardan ibaret olabileceğini, özündeki kaypaklığı, sahterkarlığı görmem gerektiği dersini Mammut'tan aldım. Şimdi Shrek ile, sözlerdeki zehrin yüzeyde kalabileceğini, sadece hırçın bir ruhun dışavurumu olabileceğini, esas davranışlardaki sevginin, uyumun, birlikteliğin önemli olduğunu öğrenmem gerekiyor. İyi de, ters tepiyor işte... Ben pohpohlanınca gaza gelen, kınanınca çöken bir yengecim sonuçta.
Belki de çok yorgun olduğum için alınganlaştım. Şimdi iyi bir uyku, sabah eve gidip bir banyo, biraz süslenip Juno'yla Badem'in sergisine gitme programı beni kendime getirir.

2.5.07

Karışık Günler

Pazar resmi haftasonu ne yaptığımı değil, sadece nasıl hissettiğimi anlatıyor sadece; biraz da Pazar gününün gündemini hatırlatıyor, hepsi bu. Fulya, hayal kırıklığına uğratmadım umarım.
Çok yoğun günleri aklım karmakarışık geçiriyorum şu aralar. Beynim Windows gibi ekranına döndü; üstüste bir dolu pencere açılmış, her birinde başka konular, başka uygulamalar, önemlilerle aciller birbirleriyle yarışıyorlar. Hele ofiste... Odamın kapısından çıkıp departmanın kapısına gidene kadar niye gittiğimi unutuyorum. Genellikle de orada yeni bir konuyla karşılaşıp aklımda bir gündemle gittiğimi bile unutuyorum. Şansım varsa, odama döndüğümde masamda veya ekranımda ilk konuyu hatırlatacak birşeyler oluyor. Mesela bunları yazarken Cumartesi ne yaptığımı hatırlamaya çalışıyorum, olmuyor.
Shrek'e sordum, o hatırlattı. Cumartesi o Süzmebal'ını alıp babaannesine götürdü; ben de öğlene kadar evde oyalanıp sonra "dışarı" işlerini hallettim. Shrek'in diplomasını çerçeveciye, akıtan semaveri Arçelik servisine, daralması gereken baharlık bir eteği terziye bıraktım; fermuarı bozulmuş diye ayakkabı tamircisine götürdüğüm botlarımın bir şeyi yokmuş, sadece astarı içine kapmış, bırakmadan alıp çıktım. Sonra anneme, hastane ziyerete gittim. Fransa'dan haftasonu için gelen ablam, İzmir'den haftasonu için gelen eniştem, kızları ve nişanlısı hastanede buluştuk. Ablam annemle ilgilenirken ben, eniştem ve prenses memleketi kurtardık. Annem Kasımpaşa Askeri Hastanesi'nde yattığı ve orası 16-18 saatleri arasında olan ziyaret saatlerini ciddiyetle uyguladığı için 18'de hep beraber çıkıp Beyoğlu'na gittik. Bir Balık olan Prenses Asmalımescit'e mi gitsek acaba derken bir Koç olan eniştem Pano'ya gidelim dedi ve tabii öyle yaptık. Güneşli havalara birayı, kapalı havalara ve kapalı yerlere şarabı yakıştırıyorum. Kapalı bir mekanda bile olsak güneşli bir gün olduğu için bira içtik, yakışıp yakışmadığına bakmadan midye dolması, patlıcan salatası, ciğer, patates kızartması yedik. Akşam çok geç olmadan Sash'ı evine, ablamları annemin evine bırakıp ben de eve gittim. Sonra bir şey için Shrek'e uğradım (neydi acaba? tamamen unuttum). Süzmebal hafiften alışmaya başladı sanki bana, çok gerilmedi. Ben de bir bardak çay içip kalktım.
Pazar sabahı ablamı ayakkabı alabileceği bir yere götüreceğimi planlamıştık. Ayağında gelen ayakkabı vurmuş mu, altı mı açılmış, öyle bir şey işte (onu da iyi dinlememişim), prensesin ayakkabılarını giymiş, ama onlar da 2 numara büyük geldiği için çok rahatsızdı. Öyle yeni sezon olsun, şık olsun gibi merakları yoktur ablamın, tercihan eski sezon veya seri sonu, yani ekonomik, rahat, spor bir günlük ayakkabı istiyordu. Aklıma Gültepe-Cendere kesişimindeki seri sonu Hotiç geldi, ama gittiğimizde oralardaki bütün mağazalar kapı duvar. Normalde Pazarları açık oluyorlar halbuki. Pek anlam veremedik ama oradan Profilo'ya çıktık. Ne zaman ki Profilo'nun otoparkına arabalarını bırakıp omuzlarında Türk bayraklarıyla yukarı doğru yürüyen insanları gördük, o zaman uyandık. Herkes mitinge giderken biz ayakkabı peşinde dolaştığımız için biraz tuhaf hissettik, ama öğlen eniştem İzmir otobüsüne, ablam gece uçağa gidecek, 16-18 arası annemi ziyeret edecekken böyle bir maceraya atılamazdık (ya da çok tembeliz). Ablam birkaç dükkan sonra işe de giyebileceği bir spor ayakkabısı bulup aldı; biz de geri döndük. Perşembe günü (yani yarın) yapacağım sunumu hazırlamak üzere, onları bırakıp eve döndüm. Bu arada Süzmebal da babasından kendisini eve bırakmasını istemiş. Günün kalanı bir yandan mitingi televizyondan seyredip bir yandan sunum hazırlamakla geçti. Yetiştiremeyeceğimi anlayınca hatta, anneme gitmekten bile vazgeçtim.
Pazartesiden beri koşturmaca aynen devam ediyor. Pazartesi annem hastaneden çıktı. Arayıp haber verdiğinde gidip onu alacağımı söyledim; sonra öyle bir telaş başladı ki, arayıp "taksiyle gitsen olur mu?" diye sordum. O da hiç gocunmadan tamam dedi. Bizim ailenin kadınları öyledir zaten. Öyle biri bizi doktora götürsün, yanımızda beklesin, destek olsun, doktordan getirsin, hiç beklemeyiz, alışmamışız tabii, kimseyi de alıştırmamışız -ya da ben fena halde anneme benzemişim-. Sonra biri salt destek olmaya yanımda gelince de çok mutlu, müteşekkir fian oluyorum. Hatta son benzer durumda Shrek benimle gelememişti, ama çıkışta gelip alacaktı; ben kıyamadım, "Bu trafiğe girme, ben Nişantaşı'ndan Osmanbey'e yürür, metroya binerim, sen beni metro durağından al" dedim. Marifetmiş gibi de anlatıyorum. Halbuki sevgilim hiç şikayet etmeden geliyordu işte beni almaya, nazlı nazlı beklesene...
Ah, neredeyse unutuyordum anlatmayı. Son iki günde Shrek'le benim evdeki eşyaları birbirine kattık, evlerin altını üstüne getirdik. Shrek'in kızkardeşinin eski evinden açığa çıkan gardrobu ve büfesi benim evde bekliyordu zaten, o büfenin masa ve sandalyeleri de onun evindeydi. O masa ve sandalyeleri, ve yatağını benim eve getirdik, bendeki balkon masası ve sandalyelerini ona götürdük. Gardrop ve yatağı benim boş odama yerleştirdik; benim yemek masası, dev yeşil kanapeyi ve yeşilli kilimi eski yatak odasına koyduk; yemek masasını aynı zamanda sahibinden.com'da satılığa çıkardık; eskiden yatak odasında duran küçük mor kanapeyi ve mor halıyı salona çıkarttık. Koşu bandı da en sonunda salondan yeni yatak odasına geçti. Biliyorum, çok karışık, ve kimsenin bunları anlamasını, hayalinde canlandırmasını beklemiyorum. Sadece nasıl bir işe kalkıştığımız anlaşılsın, sonra hatırlansın diye bu satırlar.
Gardrobu, onu getiren taşımacılar kurmuştu, ama tam becerememişlerdi. Arka tahtasını ve kapaklarını da Shrek'le ben taktık, ama biz de beceremedik. Sonunda dün akşam marangoz çağırdık eve. Benim site yönetimi akşam 18'den sonra ve haftasonları siteye çalışmak üzere adam girişini yasakladığı için neredeyse giremiyorlardı. Her evde çalışmayan kadınlar veya yardımcılar var herhalde. Gürültülü bir işleri olmadığını, matkap filan kullanmayacaklarını söyledim ama hiç işe yaramadı. Shrek arabasıyla site kapısına gidip adamları arabasına alıp içeri soktu sonunda. Beni de hemen "18 yıldır bu sitede oturan yönetim kurulu üyesi" bir bey aradı telefonla. Bu yaptığım etik değilmiş. Rapor tutuyorlarmış, yazı gelecekmiş! Hah, benim hukuki konularda sıkı bir hayat eğitiminden geçtiğimi bilmiyorlar tabii. Neyse, adamlar çıt çıkarmadan bitirip gittiler. Şimdi sıra iki eski dolabın içini tek dolaba indirip kalanından kurtulmakta. Salon da salona benzedi sonunda:)