30.4.06

Manifesto

Soranlara "rüyamda ak sakallı bir dede göründü ve bana 'duuur' dedi" diye anlatıyorum; şaşkın şaşkın bakmaya devam edenlere 'duur, artık yeme' dedi diye ekliyorum. Öyle olmadı tabii, ama ben geçen Çarşamba diyete başladım. Şimdilik fazla zorlanmadım, çok da iyi hissediyorum. Benim için bu sigarayı bırakmak gibi, ya hep ya hiç. Nasıl çok sigara içenler öyle günde 5 taneye indirerek kontrol altına alamıyorlarsa, ben de "bu öğün kaçtı, öbüründe dengelerim" gibi yöntemlerle kilo veremiyorum demek ki. Yılbaşından bu yana sözde öyle yapıyordum, 3 kilo daha aldım. Artık yeter.
Ömür boyu böyle yaşanmaz tabii, ama kendimi rahat hissettiğim kiloya inene kadar (3-3,5 ay) böyle. Kendime bir liste yaptım ve onun dışına çıkmıyorum. Günde 3 litre su ve 3 poşet zayıflama çayı içeceğim diye kural koydum, ama bu kısmı henüz tam anlamıyla uygulayamıyorum; yavaş yavaş giriyorum tempoya. Şekerli tatlara duyulan ihtiyaç (aslında alışkanlık ya da bağımlılık) birkaç günde geçiyor zaten.
Bu yüzden bir süre yemek tarifleri veya gidilen restoranlar yer almayacak günlüğümde. Bakalım hayat yazacak neler çıkaracak karşıma...
Tabii bu arada çok sevgili mutfak bloglarını da ziyeret etmemeyi planlıyorum. O baştan çıkarıcı fotoğraflarla süslü tarifleri okumak irademi zayıflatsın istemiyorum. Arada kaçıracağım gezi yazıları ve diğer paylaşımlar olacak ama sonra arşivlerden okurum artık...

24.4.06

Güzelim İzmir

Haftasonunu İzmir'de geçirdim. Shrek'in 3 günlük bir kursu vardı; Perşembe akşamından atladık arabaya, yola düştük. O gece kalacağımız arkadaşımızın Hatay'daki evine vardığımızda geceyarısına geliyordu. Bir senedir görmediğimiz Gamze ve ilk kez tanıştığımız eşi Mehmet'le sohbete dalınca epey geç oldu. Ertesi sabah küçük kızlarının neşeli sesiyle uyandık. Biz kahvaltıya otururken o temsilde giyeceği patates kıyafetini alıp okuluna gitti. Sohbet yine uzadı ama sonunda 9.00'da başlayacak kursa yetişmek üzere kalkıp Konak'a gittik. Ve ben elimde fotoğraf makinemle Kemeraltı'nı keşfe çıktım... Eskiden her bir sokağı başka bir dalda çalışan esnaf ve zanaatkarlarla dolu Kemeraltı'nın çoğu sokağı artık ucuz tekstilcilerle kaplı. Halbuki eskiden bir sokağı kumaşçılar, bir diğeri ayakkabıcılar, öbürü sebze-meyveciler gibi her ihtiyacı karşılayacak bir sokak bulunurmuş. Hatta doktorlar, gözlükçüler, at arabası aksamı yapanlar, sokak sokak dizilirmiş. Şimdi de aralarda kalmış eski esnaf yok değil ama azınlıkta kalmışlar. Mesela Havra Sokağı'nda hala manavlar var. Geçerken dayanamayıp iki salkım domates aldım. Nerede yıkasam diye bakınırken önüne ahşap objeler koymuş bir dükkana rastladım. Amca belli ki eskiden at arabası parçaları yapıyormuş, dükkan arkaya doğru loş bir atölyeye dönüşüyor. Sırf bakıp çıkmamak için bir dikiş kutusu aldım (İzmir'i çağrıştıracak desenlerle boyasam ne hoş olur). Amcaya domateslerimi nerede yıkayabilirim diye sorunca aldı elimden torbayı, yandaki çayocağına götürdü. Ben de yoluma bir kolumda dikiş kutum, domates yiye yiye devam ettim.
Öğlen Shrek'le buluşup Kıbrıs Şehitleri Caddesi'ne gittik; daha önceden bildiği Altınkapı Restoran'da birer Altınkapı Spesiyal yedik. Çok büyük bir porsiyon karışık kebap geldi, ama o kadar lezzetli ki tabağımda bırakmaya da kıyamadım, neredeyse çatlıyordum. Fotoğrafını çekecek halim kalmadı ama kebap sevenlere şiddetle tavsiye ediyorum. Bence Bursa İskender'den bile daha lezzetli. Shrek bir taksiye atlayıp kursa döndü; ben de önce Alsancak'ta biraz vitrinlere baktım, oradan sahile vurup fotoğraf çeke çeke Konak'a kadar yürüdüm. Hava ılık, güneşli, biraz da rüzgarlı, ama ben rüzgarlı havayı zaten çok severim, yelken yaptığım yılları hatırlatır bana. Gençler çimenlerin üstüne serilmiş; konuşanlar, uyuyanlar, öpüşenler, şarap içenler baharın keyfini çıkarıyorlar. Baktım önümde göz alabildiğine bir yeşil halı, çıkardım ayakkabılarımı, aldım elime, yalınayak yürüdüm çimenlerden. Bir sürü fotoğraf çektim, aralarında birkaçı çok güzel oldu diye düşünüp gururlandım. Yaşasın dijital:)

Cuma akşamı da bir başka arkadaşımızda kaldık. Evleri Mavi Şehir'de. İzmirlilere çok gülüyorum; "Konak'tan Mavi Şehir'e mi gideceksiniz, ooo çok uzak" diyorlar; Cuma akşam trafiğinde bile yarım saatte gidiliyor:) Ben bu şehirde kendimi çok "buraya ait" hissediyorum. Neyse, lafı uzatmayayım, gün batımına karşı nefis manzaralı bir balkonda ev sahibesinin hazırladığı fırında tavuk graten ve ev sahibinin hazırladığı enginarlı pilav ve zeytinyağlı bakladan yedik. Ev sahibi Shrek'in hem çocukluk hem üniversite arkadaşı, ev sahibesi de doktor, üstelik profesör; daha önce tanışmıştım ama evlerinde kalmaya gitmek beni zaten biraz utandırdı, bir de sofranın fotoğrafını çekemezdim, kusuruma bakmayın. Masa başındaki bir fotoğrafımızdan kesip gösterebiliyorum ancak.
Cumartesi sabahı yine çantamızı toplayıp çıktık, çünkü aynı gün ablam da haftasonu için İzmir'e geldi ve biz bu geceyi de onların evinde geçireceğimizi kararlaştırmıştık. (Şu aralar ablamın işi İstanbul'da, enişteminki İzmir'de olduğu için her haftasonu biri diğerinin yanına gidiyor, ama asıl evleri İzmir'de.) Önce Shrek'le Konak'a gittik, sonra ben vapurla Bostanlı'ya geçtim, ablamlarla buluştum; sonra üçümüz tekrar vapura binip geri geldik, çünkü Kemeraltı'ndan bahsedince oradayken kaçırılmaması gereken iki lezzet durağına dair tavsiyeler aldım. Birincisi 2.Beyler Sokağı ile 3.Beyler Sokağı arasındaki Selanik Lokantası. Anne tarafım yarı Selanikli olduğundan mıdır nedir, daha adını duyunca hoşuma gitti zaten. Dükkanın sahibi aslında İstanbul doğumlu, Yenikapı'lı, ailesi Selanik göçmeni; 29 sene önce yerleşmiş İzmir'e. Aşkla nalatıyor yaptığı yemekleri. Ben hayatımda böyle lezzetli yaprak sarma yemedim. Yemek yapmaya meraklı eniştem "kendi bağı var herhalde, çünkü piyasada böyle güzeli yok henüz; önce çekirdekli siyah üzüm yaprağı çıkar, onlar böyle güzel olmaz" dedi. Et yemeklerinden Arnavut ciğeri, elbasan tava, yoğurtlu top köfte, zeytinyağlılardan dereotlu bakla ve enginar aklımda kalanlar. Hepsi de birbirinden güzel görünüyordu. Tatlı olarak da Kemalpaşa vardı ama Sütlü Börek yemeyi kafamıza koyduğumuz için tatlıyı bir sonraki durağımız olan Aksüt'e bıraktık.

Aksüt'ün kurucusu Rıza Aksüt de belli ki Ege insanıymış, çünkü meşhur sütlü böreğinin aynısını geçen yaz küçük bir kuzey Ege adasında da aynı isimle tattıydım, Galakto Boureki (yanlış yazmış olabilirim, ama anlamı sütlü börek). Arasında sertçe bir puding olan şerbetli bir börek. Ben şerbetli hamur tatlılarına pek meraklı değilimdir aslında. Yapmayı bilmediğim gibi yemeye de son zamanlarda başladım. O yüzden yapılışı hakkında çok fazla fikir yürütemiyorum. Onu da İzmirli'lere bırakayım. "Üstüne kaymak ister misiniz?" diye sordular, istemedik, ama kaymaklı dondurmayı da reddedemedik. Ablamınkinin üstüne dondurma alınca bu dondurma miktarının üçümüze de yeteceği anlaşıldı. Yani fotoğrafta gördüğünüz aslında bir adet sütlü börek üstü 1/3 porsiyon dondurma. Duvardaki çerçevelenmiş gazeteden okuduğum kadarıyla Rıza Aksüt'ün vefatından sonra işi kızı Sehap Hanım devralmış. Önceleri tadını tutturacağına kimse inanmamış, ama sonuç ortada. Ben şahidim:) Akşam 6 gibi Kemeraltı'ndaki dükkanlar bir bir kapanırmış. Salt alışveriş için gidilen bir yer olup pek öyle gezmeye, oturupçay içmeye gidilecek bir yer olmadığı için akşam çökünce çok ıssız olurmuş. O yüzden akşam tadabilmesi için Shrek'e de sütlü börek alıp paket yaptırdık (tabii kendimize de birer ekstra, ya canımız çekerse). Sonra ablamlar eve, ben Shrek'le buluşmaya.
Tabii ben tok, Shrek aç olunca kurs çıkışı İzmirli arkadaşımız Gamze bizi Göztepe'deki bir balıkçıya götürdü. Ben sözde hiçbir şey yemeyecek, sadece onlara eşlik edecektim. Ne mümkün.. Haşlanıp limon-zeytinyağı ile gelen deniz börülcesi ve turpotundan tatmadan duramadım. Bir ara Shrek günbatımının fotoğraflarını çekmek için kalktı, Gamze de lavaboya gitti; döndüklerinde sandalyemin arkasına taktığım sırt çantamın yerinde yeller esiyordu. İçindeki cüzdan ve cep telefonumla birlikte tabii. Bu konuyu mümkünse hemen unutmak istediğim için daha fazla bahsetmeyeceğim ama "üstünde nazar var, kurban kesin" dışında bir fikri olan varsa da duymak isterim doğrusu. Hırsızlığın alıp yürümesini zavallı bir hayvana ödetecek değilim. Neyse, cana geleceğine mala gelsin tabii ama keyfimiz kaçmış halde döndük ablamlara.
Pazar günü de göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Kemeraltı yormuş bizi, Shrek kurstayken biz Bostanlı'da bir yürüyüş yaptık, o kadar. Akşamüstü de yola çıkıp geceyarısı döndük İstanbul'a. Bu şehirde insan niye kayboluyor, niye boğuluyor gibi oluyor, buldum; çünkü sınırı yok, sonu yok, İzmit'le arasında boşluk yok. İzmir'den çıkarken fark ettim, İzmir'in arkasında yeşil tepeler var. Bornova'dan sonra şehir bitiyor, sınırını, sonunu görüyor insan. İzmir insancıl bir şehir.

19.4.06

Pars - İran Kebapları

Biraz konuyu dağıtayım, geçen Cuma akşamı gittiğimiz restoranı anlatayım.
Pars, İran yemeklerinden oluşan menüsüyle özellikle et ve kebap sevenlerin hoşuna gidebilecek bir yer. Beyoğlu'nun bir alt caddesinde, tam Pera Palas'ın karşısında, Marmara Pera'nın yanında, küçük, hoş bir lokanta. Farsi ve Azeri hoş müzikler çalıyor. Dekoruyla, müziğiyle otantik bir atmosfer hakim.

Lezzet yorumlarına gelince, menüdeki salçalı, içinde sebzeler, nar ve zereşk taneleri olan, hafif acı çorbayı tavsiye ederim.


Kebap çeşitleri dövülmüş et, kıyma veya tavuktan hazırlanıyor ve ortaya getirilerek sıcak tutucunun üstünde servis yapılıyor. Pek lezzetli...

Yanında yemek üzere pilav herkese ayrı ayrı geliyor. Yanlarında birer küçük paket Pınar tereyağ veriyorlar. Adet tereyağını pilavın içine gömüp erimesini bekledikten sonra karıştırmakmış. Ben baklalı safranlı pilav denedim ve beğendim. Elbette ekstra tereyağını koymadım, bence hiç gerek yok.

17.4.06

Mammut'tan Mail Var

Geçen hafta Perşembe günü annem gitti Nemo'yu görmeye. Önce okul müdürü nazikçe annemden velayetin bende olduğunu gösteren belge istemiş. Sonra Mammut ortaya çıkmış, "ne sıfatla geliyorsunuz buraya?" diye sormuş, annem "torunumu görmeye geldim" deyince "atın bu kadını dışarı" diye bağrınmış. Müdür yanlarına gelmiş, ortamı sakinleştirmeye çalışmış, birlikte odasına çıkmışlar. Mammut benim hakkımda atıp tutmuş yine. Shrek'e hakaretler yağdırmış. Sonunda annem Nemo'yu doğru dürüst göremeden dönüp gelmek zorunda kalmış. Tam giderken bahçede yanına gelmiş, bir sarılışıp öpüşmüşler, o kadar. Ağlaya ağlaya dönmüş annem.
Ertesi gün Mammut'tan olanları bambaşka şekilde aktaran bir mail geldi (dedikleri anlaşılsın diye imlasını biraz rötuşlamak zorunda kaldım ama tüm değişiklik o kadar).

Selamlar Dory
Sana yazmak birşeyler anlatmak veya anlamanı beklemek gibi bir beklentim yok. Ancak annen Nemo'nun okuluna gelip Nemo'yu görmek için onu defalarca ziyaret etti, tabii sen de ara sıra uğradın. (annem son iki sefer yalnız gitti ya, hemen böyle oldu) Ben bunlara tek kelime etmedim.
(Yalandan kim ölmüş)
Ancak bugün okulda müdür beyin ve benim yanımda olanların bazılarını özetleyeyim
1.Diyalog:
Ben : Fedakar hanım, gerekirse sizi aramak için cep telefonunuzu alabilir miyim?
Annen: Benim cep telefonum yok.
Ben : Size inanmıyorum.
Annen: Sana neden yalan söyleyeyim.
Ben : Bakın ben size eğer iftira ediyorsam Müdür bey burada, alın Nemo'yu gidin. Ama siz yalan söylüyorsanız lütfen burayı terk edin.
Annen : Benim cep telefonum yok!!
Ben : Tamam o zaman açın çantanızı bakın var mı? Yok mu?
Annen: Hayır açmam.
Ben : Lütfen burayı terk edin!

2.Diyalog:
Ben : Gelin sizinle Nemo'yla görüşmek için bir protokol yapalım.
Annen : Yapalım.
Ben : Yalnız bunu yazılı yapalım ve müdür bey de imzalasın.
Annen : Tamam
Ben : ....protokolu yazmaya başladım.....
Annen : Ben Istanbul'da senden şikayetçi oldum. (yalan değil ama niye desin böyle damdan düşer gibi)
Ben : Neden?
Annen : Sen geçen hafta benim kapımı yumruklamışsın, kırmaya çalışmışsın.
Ben : O zaman davanız sonuçlanana kadar bekleyelim.
Annen : Hayır sen protokolu yaz, ben İstanbul'a gidince davayı geri çekeceğim.
Ben : Siz önce çekin sonra beni arayın yapalım protokolu. (ne protokolü anne, delinin sözüne güven olur mu?)
Vallahi annene acıdım onu bu hallere düşüren sen, ne oğluna anne olabildin ne de o kadına layık evlat.
Ben 2 seneden beri oğlumla her şeyini paylaşırken, onun ilkokul gününü görmüş, onun okuma-yazma öğrenme ve öğretme şerefine ulaşmışken sen sevgilinle onun evinde kadeh tokuşturuyordunuz. (bıraksaydın da ben oğlumun yanında olabilseydim)
Neyse sonuç olarak bana 'çocuğunu alman işime gelir diyen 'o adamı haklı çıkarıp bu lafı da içine sindirdin ya sana da helal olsun.
Unutma Nemo'ya giden yol benden geçer.
(iyi de neresinden geçiyor.. aklından veya kalbinden geçmediği kesin)
Bunu kabul edersen oğlum için seninle her zaman ve her yerde görüşmeye hazırım. (Ya evet, ama kafan değişmeden ne işe yarayacak görüşmek..)İyi günler
Ciddi cevap versem hiç işe yaramıyor; cevap vermesem vicdanım "yapacak bir şeyim vardı da ben yapmadım" sinyalleri gönderip rahat vermeyecek; ben de aşağıdakileri yazdım.

Dün okulda olanları annem bana daha farklı anlattı ama tabii herşeyin en doğrusunu sen biliyorsun ya; annem yanılmıştır mutlaka.
Zaten dünyanın tek hakimi sensin. Nemo'yu da sen tek başına doğurdun, büyüttün; sen onun sahibisin. İstersen Nemo'yu benden habersiz alır, başka bir şehirde babaannesiyle yaşatırsın; istersen lütfedip senin evinde onu görmeme izin verirsin. Oğlumla telefonda konuşmama bile izin vermeyebilirsin.
Aslında benim de sahibimsin. Benim evim senin evin; eşyalarımı parçalayabilirsin; kızınca suratımı tekmeleyebilirsin; yol kesip, tehdit edip, nerede yaşayabileceğime, kiminle görüşeceğime karışabilirsin.
Hatta annemin de sahibisin; çantasını sana gösterirse torununu görmesine izin verirsin; senden izin almadan torununu görürse evini basar, kapısını tekmeler, hakaret edersin. Bu durumdan şikayetçi olmak mı, ne haddimize... Efendimizin takdirine karşı çıkmaya kim cüret edebilir..
Seninle görüşmeyi kabul etmek mi, estağfurullah... Sen nasıl uygun görürsen öyle yaparsın zaten. Benden bir şey istiyorsan da söyle yeter.
Ama dün konuştuklarını bak annem nasıl da yanlış anlamış. Hatta kadıncağıza göre, adam dövmek benim hobim filan demişsin. Böyle olmasın diye sen ne istiyorsan yaz istersen. Ben de yanlış anlamayayım sonra...

Bugün bu cevap geldi:

Selamlar
Gönderdiğin yazının cevabını aynı kelimelerle vermek boşuna. Kısır döngü.
Belli ki istediğin düzeni hala kuramadın, kurman da biz anlaşamadıkça zor.
Allah korusun yarın sana veya bana birşey olsa bakalım o herif oğluna ne kadar sahip çıkacak? (niye sahip çıkması gereksin zaten, bunca teyze, hala dururken) Bunu düşünüp yaşa onunla. Ama senin özel hayatın beni hiç ilgilendirmez. Beni hayatımda sadece oğlum ilgilendirir.
Ama sana yüzlerce defa söylememe rağmen sen oğlunu istemeyen adama benim hayat arkadaşım o diye sahip çık. (sanki çocuğu kaçırdığında o adam vardı hayatımda!) Ben bunu doğru bulmuyorum. Bunları söyleyen ben de kabahatli olayım hatta annen bana 'kızım o adama senin sayende gitti' gibi komik laflar etsin. (bunu demiş olabilir, ama kastettiği ilişkimizin bu yoğunluğa Mammut Nemo'yu kaçırdıktan sonra gelişi) Bu da benim uydurmam olsun? Boşver. Hangi hatanı kabul ettin ki? (çoook da senin hata olarak gördüğün şeyler değil onlar)
Ben seninle büyük bir aşkın nasıl büyük bir nefrete dönüştüğünü yaşadım.
Neyse uzun lafın kısası, oğlum benim yanımda kalması şartı ile kararlaştırdığımız haftasonlarında ve yanında sevgilin olmadan onunla görüşebilirsin. Şunu bil ki sen olmadığın zamanlarda senin aleyhinde ona tek bir kelime dahi etmedim etmem de. Ancak davaların devam ettiği müddetçe bu teklifim geçersizdir.
Yani hem öyle hem böyle ikili oynamak yok.
Cevabını bekler, iyi çalışmalar dilerim.


Kayıtsız şartsız teslim ol diyor yani. Mahkemelerin ona dokunmadığı bir gerçek. Davaları geri çek demesi, sonucunda ceza almaktan korkmasından değil; benim pes edip onun kurallarını kabul etmemin peşinde. Beni parmağında oynatacak, istediği bu. Bir de bu yazısına uzlaşmaya meyilli bir cevap verirsem, Mayıs başındaki duruşmada, "bakın biz bu şekilde anlaştık" diye mahkemeye sunabilir. Ceza davalarından beraat edip duruyor zaten, son kozu Aile Mahkemesindeki kişisel ilişkinin tesisine ilişkin dava. Karara bağlandığında, çocuk şu sürelerde annenin, şu sürelerde babanın yanında olacak diye bir karar çıkacak; o da ortalıkta velayetin kendinde olduğunu iddia ederek dolaşamayacak.

15.4.06

Sobe

Bu akşam iş çıkışı Shrek'in İzmir'de yaşayan bir arkadaşıyla buluştuk, yemek yedik. Epey önce biz İzmir'e gittiğimizde de o ve ailesiyle yemeğe çıkmıştık. Shrek'in arkadaşlarını seviyorum. Hepsi de çok iyi, rahatlıkla diyalog kurulabilen, yakın hissedilen insanlar. Restoranı, çektiğim fotoğrafları bilgisayarıma indirdikten sonra anlatırım. Sonra eve gelip sohbet ettik, Shrek oyuncaklarını (tren rafımızı, film koleksiyonumuzu, müzik sistemini vs.) gösterdi; sonra Shrek onu arabayla annesinin karşıdaki evine bırakmaya gitti. Ben de Shrek'i beklerken uyumamak için bilgisayarın başına geçtim. Sobe ödevimi yapayım bari bu arada.
1- Hayatınızın merkezinde olan yapılması tehlike içeren işleriniz...
Var olmak, Ben olmak, anne olmak, İstanbul'da yaşamak
2-Melodilerin arkasından kanter içinde gittiğiniz, vazgeçemeyeceğiniz müzik lezzetleriniz..
Bu "arkasından kanter içinde gitme" imgesini sevdiğim müzik türlerine pek uyduramadım. Kastedilen oysa, benim yüreğim en çok Klasik Batı müziğinin popüler parçalarında coşar; ruhum şef olur, Brahms keman konçertosunu, Rachmaninof, Schumann, Grieg, Tschaikovsky piano konçertolarını yönetir, Mozart ve Verdi Requiem'leri söylemeye kalkarım...
3-Yediğiniz halde" ben bununla doymam diye"çemkirdiğiniz kadar karşısında zayıf olduğunuz yemekler..
Bu da bana pek uymadı. Ben bir tek zeytinyağlı sebze yemeklerini hem sever, hem de karşısında "ben bununla doymam" derim. Ama hakikaten de doymam... En zayıf olduklarım hamur işleri, ama doymadığımdan değil, açgözlülükten.
4-İzlemekten keyif alarak reyting canavarına maruz kalıp yayından kaldırılan diziler..
Ben bir tek Cnbc-e'deki Gillmore Kızları'nın müptelasıydım; onun da gösterimine ara verildi. Üşenmedim, telefon edip sordum, Eylül'deki yayın döneminde devam edecekmiş:)
5-Şu an "ben burada ne yapıyorum, kim getirdi beni buraya "sorularına maruz kalmaksızın ruhunuzun olmak istediği yer.
Hayal gücüm senelik izinde. Ruhum sadece yan odada, yatağımda olmak istiyor. Cuma gecesi bu saatte bu kadar...
6- Sobelediğiniz diğer blogger' lar..
Bu satırları okuyan ve bu soruları kendine sormak, cevaplarını paylaşmak isteyen herkes:)

12.4.06

Tatsız Bir Hafta

Bu sefer yazacak bir yemek tarifi veya çıktığım bir gezi yok. Ama yine de unutmadan olup biteni yazmalıyım, yoksa bir süre sonra kendimi unutmuş bulacağım.
Geçen haftanın 2,5 günü "Yüksek Performans İçin Koçluk" diye bir eğitimde geçti. Topluluktan 10-11 müdür ve İngiliz bir eğitimciyle birlikte, önce iki testle davranış modellerimizi ve yönetici tarzlarımızı öğrendik; sonra biri danışan, biri koç rolünde çiftler halinde video kamerası önünde rol yaptık; filmleri seyredip iletişim hatalarımız, doğru yaptıklarımız, beden dilimizin verdiği mesajlar üzerine tartıştık. İyi bir eğitimdi. Bu tür eğitimlerde adet olduğu üzere, sonunda kendimizle ilgili neleri değiştireceğimize, nelere devam edeceğimize dair kararlar verdik. Benim kararlarım da bunlar: Daha net, gereksiz dolgu sözcükleri kullanmadan, lafı dolandırmadan konuşacağım. Konuşurken daha az el hareketi, mimik ve baş hareketi yapacağım; ne diyeceğimi kafamda netleştirip öyle konuşmaya başlayacağım ve bir seferde söyleyeceğim. (Eğitmenin dediğine göre, flu ve kararsız bir görüntü veriyormuşum.)
Cuma akşamı daha önce yazılıp çantam çalındıktan sonra Beyoğlu'na gitmeye korktuğum için yarım bıraktığım fotoğraf kursuna gittim. Stüdyo teknikleri konulu kursun gıda fotoğrafı konulu dersine denk gelmişim. Stüdyodaki bilgisayardan internete bağlanıp portakal ağacı ve evcini'nin fotoğraflarını gösterdim hocamıza; çok beğendi. O gece Shrek de oğlunu aldığı için ben önce anneme uğradım, sonra da kendi evimde uyudum. Eve gideceğimden anneme bahsetmiyorum tabii, yoksa onda kalayım diye tutturur.
Şirketteki herkes benim gibi çok yoğun olduğu için hafta içine sığmayan bir toplantı için Cumartesi buluştuk. Toplantının sahibi olan arkadaş bizi motive etmek için koca birer tabak börek, poğaça, elmalı kurabiye, iki çeşit kek getirtmiş; hepsinden tadınca öğle yemeğine halim kalmadı tabii. Toplantı 3 gibi bitince manikür bahanesiyle Nilgün'e gittim; her zamanki gibi bol çene çalıp dertleştik. Arka sokaktaki bir evde ikinci el giysi ve aksesuar satışı yapılıyormuş; hepsi ünlü modacıların marka ürünleriymiş; sosyetik hanımlar, bir giydiğini bir daha giymeyenlerden alıp satıyorlarmış; web siteleri de var: http://www.originalseconds.com/ (tabii o hanımlar İtalyan 38 beden olduğu için benim içine sığabileceğim hiçbir şey yok) Neyse, oradan çıkıp kuaföre uğradım, sadece düzeltmesini, kısaltmamasını tembihledim, ama yine dinlemedi tabii. Bütün bu hazırlık akşam gideceğimiz düğün için (bu aralar çevremde herkes evleniyor), bu kez evlenen birlikte Innsbruck'a gittiğimiz Nilü-Bülo çifti. Haziran 2004'teki nişanlarına da gitmiştik, zaman nasıl da çabuk geçiyor, iki yıl olacak nerdeyse. Hep mutlu olurlar umarım.
Düğün dönüşü çok geç yatmadık, 12 filandı herhalde, ama sabah uyandığımızda saat 11'e geliyordu. Shrek oğlunu alıp piyano dersine götürürken ben de anneme gidip ablam ve eniştemle biraz vakit geçirdim. Akşamüstü yine yorgunluktan gözlerim kapanır halde eve döndüm; sözde spora gidecektik. Onun yerine bir arkadaşımızı yemeğe ve film seyretmeye eve çağırdık. Evdeki DVD koleksiyonundan misafirimizin seçtiği eskice bir film olan Nicole Kidman'ın "Birthday Girl"ü seyrettik. Nicole Kidman'a bir kez daha hayran oldum. Nasıl da inandırıcı bir Rus kızı olmuş, şaştım kaldım. Pazar günü de böyle bitti işte.
Pazartesiden beri keyfim kaçtı. 2004 ilkbaharında sürekli Nemo'yla benim yanımda dolaşan koruma aradı; Mammut onu aramış, bilgisayarından belge ve fotoğraf almak için Shrek'in evine girmek istediğini söylemiş; çilingir götürüp kapıyı açtırması ve Mammut'u eve sokması için para teklif etmiş. Adam Mammut'u suçüstünde yakalatmak için birlikte polise gitmemizi önerdi, ama hiç güven vermedi doğrusu. Zaten 2004'te onun işe gelmediği gün Mammut karşımıza çıkıp Nemo'yu aldıydı, ikili oynadığı çok belli. Mammut hakikaten böyle bir teklifle gittiyse bile kabul etmez, olur biter; niye yakalatmak için uğraşsın... Ben de polise gitmekle olmaz, savcılığa gidelim dedim, kabul etti. Bugün buluşacaktık, ama çok önemli bir toplantım çıktı. Toplantıdan sonra konuştuğumuzda ben "sen onu niye yakalatmak istiyorsun?" diye sorunca kem küm etti, "ben sizin için demiştim" diye geveledi. Bence amacı bana yakın durup para koparmak, bu adamlara hiç güven olmaz. Önce şahitlik yapıp para koparamazsa ifade değiştirecek. Uzak durmak en iyisi. Mammut'un planlarına dair bölüm gerçek olabilir tabii. Kafasındaki hastalıklı senaryoyu oynuyor olabilir, tam ona göre bir plan. Shrek bu kadar tehdit sonucunda benden ayrılırsa yalnız kalıp ona döneceğimi bile düşünüyor olabilir. Dedim ya, hasta beynindeki senaryoyu oynuyor.
Bu arada Mammut anaokulu servisini kandırarak Nemo'yu kaçırdığı için açılan ceza davasından beraat etti. Velayet kanunen bende olmasına rağmen onun görme saatlerini düzenleyen bir mahkeme kararı olmadığı için suç oluşmamışmış. Bir çocuğu annesinden ayırmak, yoldan kaçırmak, şehir değiştirip bir seneden fazla yerini bile saklamak suç değilse ben bu ülkenin hukuk düzenine güvenmekle hakikaten hata etmişim, Mammut "kanun bana sökmez" derken haklıymış. Hakim Hanım daha bir önceki celsede "suç sabit ama karar bağlamak için karşı tarafın ifadesi lazım" diyordu; şimdi "ben bu davadan Aliye davası diye bahsediyor, özel olarak takip ediyordum, ama son zamanlarda okuduğum yargıtay kararları bu yönde" deyip çıktı. Temyize gidiyorum tabii.
Bu arada gözlerim sürekli kaşınmaya başladı, sürekli biraz kanlı, biraz şiş dolaşıyorum. Çevremdeki dünyayı görmek istemediğim için mi acaba? Bugün işten çıktığımda aklımda börek, pizza, kek, bu iç sıkıntısını ancak hamur işi paklar, ama öyle bir dilim filan değil, bir tepsi diye düşünerek eve gittim. Allahtan Shrek domatesli brokoli pişirdi de krizi hasarsız atlattım.
Kuğuboynu da sobelemiş ama artık bir dahaki sefere...

4.4.06

Kışa Veda

Geçen haftadan beri bir koşturmacadır gidiyor yine. Haftanın soniki gününde toplantım olmadığını fark edince iki günlük izin yazıverdiydim zaten. Perşembe sabahı yine annemle yollara düştük, Nemo'yu okulunda görmeye gittik. Yine çok sevindi, görür görmez koşa zıplaya yanımıza geldi. Tam da sınıftan çıkıp sıra olmuşlar, söyleşi yapmak ve kitaplarını imzalamak üzere okullarına gelen Muzaffer İzgü'yü izlemeye gidiyorlardı. Böyle bir fırsatı kaçırmasını istemediğim için programı bozmadım, biz kafeteryada bekledik, Nemo söyleşiyi izlemeye gitti. Sonunda kitap alıp imzalatılıyormuş, bizimki onu beklemeden bir koşu geldi biter bitmez. Neyse, bu kez rehber öğretmenin odası müsait değildi, kafeteryada oturduk, oynadık, yedik, içtik. Arada bir de İngilizce dersine girdi, diğerlerinden izin aldı. Spor öğretmenine sorduğunda izin almak için rüşvet olarak bir öpücük vermesi gerekmiş:) Bir ara birkaç öğretmen de gelip bizimle oturdu; konu sürekli bizim hikayemize takılıp kalıyor tabii. Bütün hikayeyi özet de olsa dinledikten sonra, öğretmen hanımlardan biri, "yeniden bir araya gelmek isteseniz kabul etmez mi acaba?" dedi. Ben de Mammut'u kandırıp İstanbul'a dönmeleri için kandırmamı teklif ediyor zannettim, "yoo, inandırıcı olmaz, mümkün değil kandıramam" diye cevap veriyorum. O zaman anlaşıldı ki meğer gerçekten dönmeyi kastediyormuş! "Olur mu hiç, tüm olanlardan sonra hiç bir araya gelinir mi, aklım almadığı için sorunuzu bile anlamadım" diyebildim ancak ve şaştım kaldım. Sonunda ayrılık vakti geldi, biz yine yollara düştük. Bu kez akşam Mammut'tan ses seda da çıkmadı.
Cuma sabahı ise Shrek'in haftasonu programı olarak ayarladığı sezonun son kayak gezisi için Kars'a uçtuk. Bizi havaalanında Çamkar Otel'in minibüsü karşıladı. 40-50 dk uzaklığındaki Sarıkamış'a gidip otele yerleştiğimizde saat 15 civarıydı. Liftlerin 16.30'a kadar çalıştığını öğrenince giyinip piste attık kendimizi.
Sarıkamış Cıbıltepe kar kalitesi, sezonun uzunluğu, pistlerin güzelliği ile epey rağbet görürmüş meğer. Şimdilik iki tane otel var, biri 130 yataklı 3 yıldızlı Çamkar, diğeri 320 yataklı 5 yıldızlı Toprak, yanyana telesiyejin dibinde yer alıyorlar. İnşaatı süren 2 otel daha varmış.
Toprak'ın tesis olarak çok şık olmasına rağmen işletmecilikten anlamadıkları söyleniyor, tesisin güzel olduğuna ben de katılıyorum, işletmeyi bilemeyeceğim. Çamkar ise orta halli, iyi niyetli, ama çok sevimli olamayan bir otel. İkram belki çok lezzetli değil ama bol. Fiyatlar hesaplı (kişi başı 65 YTL/gece TP-skipass dahil).
Pistler benim için idealdi gerçekten de. Alışmak için az eğimli ve uzun bir pist olan 1.etap, dozunda zorlanmak ve aşınca başarmış hissetmek için 2. etap ve huysuzluk olarak ortaya çıkan korkumu yenene kadar bana tahammül edip paralele geçmemi sağlayan Shrek faktörleri birleşince ben bu sezonu "ben kayak yapabiliyorum" hissiyle kapatmış oldum.
Tabii oralara kadar gitmişken Kars'tan peynir ve bal almadan dönmek olmaz. Bir saatliğine şehre inip küçük bir tur attık. 78.000 nüfuslu bir şehir Kars. Eskiden hem alan hem nüfus olarak daha büyükmüş ama ilçeleri Ardahan ve Iğdır il olunca küçülmüş. Kars Kalesi'ni gezecek, Ani harabelerine gidecek vaktimiz olmadı; bir dahaki sefere inşallah. Tarihi M.Ö. 5000 yıllarına kadar uzanan Ani antik şehri Anadolu'ya İpek Yolu üzerinden girişte ilk konaklama merkezi olduğundan zengin bir ticaret merkeziymiş. Kars'ın içinde de şehir Rusların elindeyken yapılmış çok güzel taş binalar var. Özellikle bu binaların günümüzde resmi kurumlar tarafından kullanılıyor olması çok hoşuma gitti. Her köşede bir başka binayı hayatın içinde görüyorsunuz, biri karakol, diğeri çocuk kütüphanesi, bir başkası kız meslek lisesi.
İşte böyle...
Pazar akşamüstü eve bacak kaslarım tutuk, diz bağlarım sızlar halde döndüm ama değdi doğrusu. Geldik işte yine bu büyük şehrin insanı yutan hengamesinin içine...