27.2.06

Pazı Kürü

Perşembeden bu yana bir vukuat yok. Haftasonu Shrek bir kongre için şehirdışındaydı. Cumartesi günümü sürpriz yapıp üç günlüğüne Fransa'dan gelen ablamla geçirdim. Pazar sabahı da erkenden havaalanına bıraktım, bahaneyle de 12 Martta bir haftalığına ablamın yanına Fransa'ya gitmek üzere mil puanlarımla ayırttığım biletimi aldım. Mammut bir tek Cumartesi günü telefon etti. Nemo'yu böyle aklıma estikçe gördüğüm için çocuğun ders düzeni, uyku düzeni bozuluyormuş (Buraya kadar iyi, sonra sapıtıyor). Geçen sene (yerini bilmediğim için) görüşmüyorken çok daha iyiymiş. Bana evini açmış, ağırlamış (Erdek'teki evde Nemo'yu görmeye gitmemi kastediyor) ama ben davaları geri çekmeyip işyerine polis gönderdiğim için (karakoldan mahkeme davetiyesi gitti herhalde) önce özür dileyecekmişim, sonra davaları çekecekmişim, sonra orta yolda buluşabilirmişiz. Öyle hapse girme korkusuyla çocuğu için doğru bildiğini yapmaktan cayacak adam değilmiş. (Doğru bildiği, annesinden ayrı olsun da ne olursa olsun.)
Ay neyse, artık konuyu değiştireyim, "hayat devam ediyor" yazılarından birine dönsün bu.


Eve gelirken aşağıdaki marketten bir demet pazı aldım. Yaprakları zeytinyağlı pazı yemeğine, sapları Tijen İnaltong'un Mevsimlerle Gelen Lezzetler kitabındaki pazı çorbasına dönüştü. İnce kıyılmış pazı sapları, yarım su bardağı bir taşım kaynatılıp süzülmüş yeşil mercimek, yarım su bardağı kırmızı mercimeği iyice yumuşayana kadar kaynattım. Evde patates olmadığı için sadece havuç rendesi koydum, bir de tavuk suyu vardı buzdolabında, tarifte olmamasına rağmen o da girdi içine. Pazı sapları yumuşadıktan sonra bir limon suyu ve tuz ekleyip biraz daha kaynatılıyor. Yine tarife göre, sarmısak, nane ve kimyonu yağda kızdırıp üstüne gezdirmek gerekiyordu, ben içine kimyon koydum sadece, tavuk suyunun yağı yeter dedim. Doğru demişim, pek lezzetli ve pek hafif oldu.
Bugünlük bu kadar.

24.2.06

Tamirat Tamam

Tamam, geçti. Bugünü yaşamaya geri döndüm. Zaten bugünde yeni bir durum yok, sadece "vizyon revizyonu" gerekiyordu. Birlikte mutluyuz, birbirimizi seviyoruz, çok iyi anlaşıyoruz; o zaman yakın gelecekte evlerimizi birleştirir, hayatlarımızı birleştirir, aşkımızı gururla taşır, birbirimizin sorumluluğunu hisseder, ortak bir yaşam kurarız; ortak evimiz daha büyük olur, benim oğluma, onun oğluna birer oda hazırlarız, yerleri hazır olursa evren onları bize daha çok ve çabuk gösterir. Bunlar eski vizyondan alıntılar... Ama Shrek, Nemo geri geldiğinde o evin/hayatın hemen anne ve çocuğun evi/hayatı haline dönüşeceğini, o hayatın içinde hapsolmuş hissedeceğini, boğulacağını düşünüyor. "Öyle bir duruma girersem birkaç yıla kalmaz, ölürüm" dedi. Boşandığı karısıyla evlendiğinde de kadının Nemo yaşlarında bir oğlu olduğu için kendini bekleyen durumun aynı olduğunu düşünüyor. Shrek'in içinde nefes alamayacağına inandığı bir vizyonum olamaz elbette.
Yeni vizyonda, ben oğluyla yaşayan, özgür, dinamik, çalışan bir kadın olarak yer alıyorum. Annem yine bende kalıyor ki okul saatleriyle iş saatleri arasındaki zamanları doldursun. Oğlumla daha çok birarada olabilmek için gima.com'dan alışverişler, yürüme bandında spor, gece seyredilen DVD'ler, Shrek'le ICQ'da yazışmalar, uyumadan önce gönderilen "iyi geceler" SMS'leri görüyorum. Ben oğlumla çok mutluyum, onun varlığı benim hayatımı doldurur zaten, geceleri de yalnız uyuyuveririm, n'olacak... Sonraları, haftada bir filan belki bir yemeğe çıkar, kaçamak yaparız.
Olmaz değil, böyle de olur, hatta Nemo yanımda olunca şimdiden daha güzel olur. Hatta keşke olsa... Ama bu vizyon değişikliği ile birlikte ben bir anda Shrek'in evinde misafir, bugünkü yaşantımda misafir konumuna geçtim. Kapısına mektupluk boyayıp asmıştım, peçete tekniğiyle üstüne home is where your heart is yazmıştım. İlerde Nemo'nun da geleceği ortak bir yuvamız olsun istemiştim. Neyse, değişiklik oldu. Epeydir Nemo'dan ayrı kalmaktan başka bir şeye ağlamamıştım, o da oldu.
Günü geldiği gibi yaşamak lazım, biliyorum. Söylemesi kolay ama uygulaması çok zor. Benim gibi evcil, sağlamcı bir yengeç için çok çok zor. Ama hayat burnunu sürte sürte kendi ayaklarının üstünde durmayı, kimseye yaslanmamayı öğretiyor işte.
Öte yandan çok ironik bir yanı da var. Mammut ağzından köpükler saçarak "sevgilinle yaşarken çocuğu alamazsın" derken (yalan tabii, çünkü dört kez kaçırdığında da ben annem ve çocuğumla kendi evimde yaşıyordum), sevgilim de "çocuğun senin yanına dönerse diye evlerimiz ayrı kalsın" diyor.
Bu konu bu kadardır ve kapanmıştır.
Tabii kapanmasında dün Nemo'yu görmeye okuluna gitmemin de büyük payı var. Annemle okula vardığımızda tam teneffüsteydiler, bahçede görüp seslendiğimde bir koşup gelişi var, ağlarsınız. Meleğim de beni bekliyormuş, geçen hafta Cuma günü "annem gelir belki bugün" demiş. Saat 10'dan 14'e kadar rehber öğretmenin odasında sarılıştık, konuştuk, oynadık, biraz bahçeye çıktık, hava da çok güzeldi, sonra onu sınıfına götürdüm. Arkadaşları daha çok götürdüğüm oyuncaklarla ilgilendi,hatta biri "ooo, çok şanslısın, annen sana çok güzel oyuncaklar getirmiş" dedi. Evet şanslıyız tabii, sağlığımız yerinde, hayattayız, az da olsa görüşüyoruz, buna da şükür. Ayrılması zor oldu tabii, onu sınıfa bıraktığım için arkadaşları ile konuşmaya daldı, ben de çıkana kadar tuttum gözyaşlarımı.
Tabii Mammut akşam telefonda esti yağdı. Ne yapmaya çalışıyor muşum, ne hakla okula gidiyor muşum, çocuğa zarar veriyormuşum. Şimdi ben okula gittim diye çok kızmış ya, okulu arayıp öğretmene o oyuncakların hepsini atın demiş, o yüzden de çocuğun üzülmesine neden olmuşum. Allahım sen bana sabır ver.
İşte böyle. Bu bir haftayı burada özetleyebildiğime göre ruh tamiratı başarıyla tamamlanmıştır.

20.2.06

Ruh Tamiratı Nedeniyle Geçici Olarak Kapalı

Çevreye rahatsızlık vermeyeceğimize kuşkunuz olmasın, tek zararımız kendimizedir.

15.2.06

Tek Kişilik Parti

Evde yalnızken bir sandviçle geçiştirmek yerine Sevgililer Günü temalı bir tabak hazırladıysam tek nedeni blog etkinliğidir, biline...

İlk tabağım "Sevgiliyi Eliyle Beslemek İsteyenler İçin Dolmalık Biber Çanağında Maydanozlu Lor-yoğurt Dip ile Sunulan Kırmızı Biber ve Havuç Çubukları". Şaka şaka... İçerik doğru da, isim şaka.

Bu da, aşk meleği... Okunu atmış, o yüzden yayını da evinde bırakmış. Beni 2 sene önce vurduydu zaten, elinde taşımasına gerek yok. Yeni aşka kalbimde yer yok.
Fikir sahibi Kraft. Kolay gibi gözüküyordu, ama bir paket Eti Puf'un çikolatalarını sıyırıp bu şekli vermek hiç de kolay olmadı doğrusu. Ben fotoğrafını çekene kadar boyaları da akınca tam oldu.

Ne yani, Sevgililer Günü'nü ciddiye alacak değildim herhalde...

14.2.06

Sevgilimden Uzakta Sevgililer Günü

Dün dediğim gibi Shrek bugün seyahatte. Blogumda kendini bu isimle andığımı gördüğünde bozulduğundan bahsetmiş miydim? Çocuk filmlerine uzak olanlar için anlatayım; Shrek, herkesin korktuğu, ormanda tek başına yaşayan yeşil ve çirkin bir dev. Güzel prenses Fiona'yı ejderhanın şatosundan kurtarıp saraya getirme görevini üstleniyor ve yolda prensese aşık oluyor. Prenses de ona aşık aslında, ama o dünyalar güzeli prenses güneş battığında yeşil çirkin şişman bir deve dönüşüyor ve bunu açıklamaya çekindiği için Shrek'e aşkını açıklayamıyor. Elbette sonunda gerçek ortaya çıkıyor, ama birbirini seven yeşil çirkin devler için diğerinin dış güzelliği pek de önem taşımıyor, aşıklar birleşiyor ve mutlu son... Bu hikayeyi düşününce aslında ben de Fiona'ya az benzemiyorum. Beni tanıdığında genç, güzel, parlak bir işkadını iken, yorgun ve tombul bir kadına dönüştüm, ama birbirimizi sevmekten vaz geçmedik. Bu da Sevgililer Günü Hikayesi...
Sonuçta bugün eve gelince kendime Sevgililer Günü tabağı hazırladım. Süslü sofra hazırlama bahanesi değil mi zaten, benimki de süslü sehpa oldu. Tabağımı hazırlayıp tam fotoğrafını çekmeye niyetlenmiştim ki bilgisayarımı işte bıraktığım aklıma geldi, flash kartım da içinde:( Aslında evde üç tane daha olmalı, ama biri Shrek'in fotoğraf makinasının içinde seyahatte, diğerlerini de bulamadım. Bu evde yerini bilmediğin birşeyi bulmak mucize zaten. Allahtan Shrek telefonda bana bakabileceğim birkaç yer daha hatırlattı ve yedek kartlardan biri söylediği yerlerin birinden çıktı. Birkaç fotoğraf çektikten sonra tabağımı kucağıma alıp Desperate Housewives'ı seyretmek niyetiyle televizyonun karşısına yerleştim. Bu kez de koskoca bölümün tamamının geçmiş bölümlerin özetinden oluştuğunu hüsranla fark ettim ama yapacak bir şey yok... Fotoğrafları yarın sabah işyerinde bilgisayara aktarabileceğim. Bu sabah caddeye çıkan bir karışlık rampanın buzlanması yüzünden işe taksiyle gitmek zorunda kaldım. Akşam da buradan geçen servise bindim ki servistekilerle konuşup yarın sabah da beni almalarını söyleyeyim. Belli ki yarın da ortalık cam gibi olacak. Bu sabah çok komikti zaten. Evin önü düz olduğu için arabayı yerinden çıkarttım ama köşeyi döner dönmez başlayan yokuşun ortasına bile gelemedim. Geri kaydırıp bir daha deneyeyim, kaptırıp çıkayım dedim ama tek yaptığım, her denemede biraz daha geri kaymak oldu. Bir ara bagajdaki "sözde kolay takılan, gerçekte asla takılamayan zincir Takmatik"i çıkarıp takmayı deneyeyim dedim; kapıdan bagaja kadar ancak tutuna tutuna gidebildim. Ben yürüyemezken araba nasıl gitsin... Aman, saat 12'yi geçmiş, benim uyumam lazım, yarın servisi kaçırmayayım.

13.2.06

Vişneli Ekmek Tatlısı


Çoğu erkek gibi Shrek de Sevgililer Günü'nden haz etmiyor; ticari bir yaklaşımla desteklenen yapay bir kavram olduğunu düşünüyor. Bir yanımla bu düşünceye katılıyorum, ama biraz romantizmden ne çıkar diyen bir yanım da var; sonuçta hepsi bahane değil mi.. Hediye beklediğim filan yok tabii; o seviyor diye yaptığım Vişneli Ekmek Tatlısını beğendiğini söylesin yeter. Zaten yarın seyahatte olacak:(
Daha önce değil yapmak, yemediğim, hatta görmediğim bu tatlı, internet araştırmalarımın sonucunda ortaya çıktı.

Malzemesi :
  • 1 su bardağı dondurulmuş vişne
  • 1/2 su bardağı toz şekeri
  • 1 1/2 su bardağı su
  • 4 dilim tost ekmeği

Yapılışı :
Vişneler 1 saat kadar, çözülüp suyunu salana kadar oda sıcaklığında bekletilir. Saldığı suyla birlikte bir sosluğa alınıp üstüne şeker ve su eklenir, kaynadıktan sonra altı kısılarak 15-20 dk pişirilir, soğumaya bırakılır.
Tost ekmekleri bir gün sonra Sevgililer Günü olması nedeniyle kalp şeklinde kesilir ve fırın ızgarasında kızartılır. (Bazı tariflerde tereyağ sürülerek, hatta erimiş tereyağında kızartılması söyleniyor ama bence çok ağır olur; üstelik ben tereyağ kokusunu sevmem.)
Birer dilim kızarmış ekmek tabağa konup üstüne vişneli sos dökülür; bir kat daha ekmek üstüne vişne sosu eklenir. (Ben sabırsızlıktan vişnelerin soğumasını beklemeden ekmeklerin üstüne döktüğüm için alt kat biraz yayıldı; sanırım soğuması beklenirse formları daha iyi olacaktır.)
Buzdolabında soğutulduktan sonra marifetmiş gibi ortaya çıkarılır. Diyette olunduğundan üstü kaymak veya kaymaklı dondurma ile süslenmez.

12.2.06

Çin Çorbası

Sevinmek için erken olabilir, ama geçen hafta, yılbaşı-bayram-kar serisinin getirdiği 2 yeni kilo gitti:) Kaldı 13... Beynimde hangi tuşa bastıysam artık, akşam abur cuburlarını kesebildim, akşamüstü kaçamakları da kalktı. Sabahları kepekli ekmekten bir tost yiyip öğlenleri zaten hafif geçiyordum, ofisteki bir doğumgünü kutlamasını pastadan tatmadan atlatabildim. Cumartesi gecesi gittiğim şirket yemeğinde meze tabağından sonra gelen ara sıcak ve ana yemeğe dokunmayıp 3 saat dans etmemin de etkisi oldu herhalde. Senede bir kez genel müdürden işçiye, servis şöföründen çaycıya hep beraber göbek atıyoruz, olacak o kadar... Herkes kurtlarını döktü. Bu bizi bir sene daha idare eder artık.
Pazar sabahı geç kalkıp spora da gittik. Kar yüzünden düzenli gitmeye başlayamadıydık bir türlü. Bu kadar ara verince de sanki ilk kez gidiyormuş gibi zorlandım. Nasıl da hemen unutmuş kaslarım.. Yok yok, bu bir lüks değil; büyük şehirde, kapalı ofislerde, masabaşında geçen hayatın zararlarını telafi etmek için, sevmesek bile, yürüme bantlarında yürüyüp makinaların kontrolünde kaslarımızı çalıştırmak zorundayız. Spor sonrası markete gidince de sebze ve meyve ağırlıklı bir alışverişle haftaya hazırlanmış oldum.
Evde sebze bol olunca, Pazar akşam yemeği de Çin Çorbası oldu.



Malzemesi :
  • 2 çorba kaşığı sıvıyağ
  • 10 sap yeşil soğan, ince doğranmış
  • 1 havuç, kibrit çöpü gibi doğranmış
  • 1 kabak, kibrit çöpü gibi doğranmış
  • 1 kırmızı biber, kibrit çöpü gibi doğranmış
  • 1 bardak tavuk suyu
  • 1 tavuk göğsü, haşlanmış didilmiş
  • 1 avuç tel şehriye
  • 4 çorba kaşığı soya sosu
  • 1 tatlı kaşığı biber salçası
  • 10 bardak sıcak su

Yapılışı :

Taze soğanlar az sıvıyağda kavrulur, havuç, biber ve kabaklar da eklenerek hızlıca karıştırılır. Üstüne sıcak su, tavuk suyu, haşlanmış tavuk eti, tel şehriye ve soya sosunda ezilmiş biber salçası eklenir. Yüksek ateşte kaynayıncaya kadar beklenir, daha sonra altı kısılarak 10-15 dk pişirilir.
Servis yaptıktan sonra gerekirse soya sosu eklenerek tuzu ayarlanabilir.

9.2.06

Fırında Elma


Sevgililer Günü için yemek kitabı karıştırırken bu tarifi buldum ve dayanamayıp hemen denedim. Hafif tatlıların klasiklerindendir aslında, ama ben ilk kez yapıyorum.

Malzemeler:
  • 2 adet golden elma
  • 2 çorba kaşığı kuru üzüm
  • 1 çorba kaşığı dolmalık fıstık
  • 1 tatlı kaşığı portakal kabuğu rendesi
  • 1 çay kaşığı tarçın
  • 1 tatlı kaşığı un
  • 2 çorba kaşığı toz şeker
  • 2 çay kaşığı tereyağ
  • 1/2 bardak su
Yapılışı :

Elmalar soyulup sapları çıkartılır, ortaları oyulur, bir fırın kabına koyulur. Kuru üzüm, dolmalık fıstık ve portakal kabuğu rendesi karıştırılarak içlerine doldurulur. Un, tarçın ve toz şeker karıştırılarak elmaların üzerine serpilir. Kabın içine 1/2 bardak su konulur. Her elmanın üstüne birer çay kaşığı tereyağ yerleştirilir.
170 dereye ısıtılmış fırında yaklaşık 1 saat pişirilir. Ara sıra suyundan alarak elmalar ıslatılır. Sıcak veya soğuk, sade veya vanilyalı dondurma ile servis yapılabilir.

Daha light bir versiyonu için bir dahaki yapışımda şekeri ve tereyağı yarıya indirmeyi düşünüyorum, çünkü fazla güzel oldu, biraz daha az kalorili de olsa yeterince güzel olacağa benziyor.

Bu yazıya rastlayan da bunu yemek bloğu, beni de hamarat bir kadın zannedecek:)

7.2.06

Annemin Hikayesi

Benim annemin annesi Selanik göçmeni, babası Arnavut. Annem 6 kardeşin üçüncüsü, en duygusalı, en uysalı, en sessizi. İstanbul'da doğup büyümüş, nispeten varlıklı bir ailenin kızı, ama varlık içinde yokluk galiba daha çok yaralıyor insanı.
Aşağıdaki fotoğrafta en solda arabaya yaslanan annem, en sağda dedem, yanında büyük dayım, önde oturan kadınlardan koyu renk elbiseli olan anneannem. Abisi akordeon dersi alırken çaktırmadan o da öğrenmiş; kızlar çalgı çalmaz diye eve öğretmen çağrılmaz olmuş. Bir yaş büyük ablasıyla Fransız ortaokuluna giderlermiş; teyzem okul yolunda bir çocukla gizlice mektuplaşırken yakalanınca iki kızı da okuldan almış ailesi. Annem liseye bile gidememiş. Kışları Tepebaşı'nda oturur, Kireçburnu'na yazlığa giderlemiş. Kireçburnu o zamanlar Balkan göçmenlerinin yaşadığı bir balıkçı köyü. Annem yazları kızkardeşleriyle arkadaşlık ettiği genç bahriyeli doktoru uzaktan tanırmış. Beyaz üniformasının içinde çok yakışıklıymış. Annem o zamanlar 20, bahriyeli doktor ise 30 yaşında. Genç doktorun ailesi haber göndermiş annemin ailesine, hayırlı bir iş için ziyaret etmek istediklerini söylemişler. Kader bu ya, bir başkası daha varmış annemi istemeye gelecek. Anneannem kaderle dalga geçmeyi severmiş anlaşılan, iki aileyi de aynı gün buyur etmiş, "kim erken gelirse ona vereceğim seni" demiş anneme. Annem yalvar yakar, anneannem nuh diyor peygamber demiyor. Allahtan babam önce geliyor da annemi alıyor... 17 Eylül 1951'de evlenip babamın ihtisası için Ankara'ya gidiyorlar. Zor geçiniyorlar, ama mutlular. O zamanlar için çok ileri görüşlü bir yaklaşımla düzenlerini kurana, biraz rahatlayana kadar çocuk yapmıyorlar. İstanbul'a dönüyorlar. 1957'de ablam doğuyor. Daha yemek odası takımları yokken ablamın müzik eğitimi için eve piano alıyorlar. İki yıllığına görevli olarak Amerikaya gidiyorlar. Döndüklerinde babamın İskenderun'a tayini çıkıyor. Artık annemin 63 model bir Chevrolet'si var, babam kullanmayı bilmiyor, annemse sanki Şöför Nebahat. Orada ben doğuyorum; 10 günlükken yola çıkıp İstanbul'a dönüyoruz, çünkü Deniz Kuvvetlerinde kıdemli albay bir çocuk doktorunun amiral olma ihtimali olmadığını düşünen babam, tanınan haktan faydalanarak erken emekli oluyor. Muayenehane açtığında fakir hastalarından para alamayıp memuriyet hayatını seçiyor; ikinci tur emekli olana kadar PTT Polikliniğinde çocuk doktoru olarak çalışıyor. Kendi okuyamayan annemse, memur maaşıyla önce ablamı, sonra beni yabancı dille eğitim yapan liselerde okutuyor. Ablamın ilgisiz çıkmasından yılmayıp bana piano dersleri aldırmaya başlıyor. Benim yetenekli ve uysal çıkmamı fırsat bilip belediye konservatuarına yazdırıyor. Babam otobüsle işine gidip gelirken arabayla bizleri okula, konservatuara taşıyıp duruyor. Yaz tatillerinde bizleri arabaya doldurup Kuşadası'na, Bodrum'a, hatta bir yaz Avusturya'ya götürüyor (çünkü babam araba kullanmayı öğrenmiyor). Annem babamın paltosunu bozup ablama, onu bozup bana palto dikiyor; aynı elbisenin yakasını, kolunu değiştirip yeniymiş gibi giyiyor. Annem bize sürpriz yapmak için taksitle renkli televizyon alıyor. Annem bizim derslerimiz aksamasın diye eve misafir çağırmıyor, bizi mutfağa sokmuyor. Yandaki fotoğrafta anneannemlerdeyiz, ben 7 yaşındayım. Nemo'nun boyunu kimden aldığı da ortaya çıkmış oldu.
Kendi iyiliğini gözetmemesi, istemediğimiz halde bizim için kendince sürekli fedakarlık yapması, babam melek gibi bir adam olduğu için annemin hayatında sorun yaratmadı; babam her akşam 19'da eve geldi, maaşını alıp evi idare etsin diye anneme verdi, tüm kararları anneme bıraktı. Bir kez tartıştıklarını bile duymadım. Herhalde o yüzden kavga etmeyi hiç bilmem.
Ben lisedeyken ablam evlendi, bir de kızı oldu, annem de bu kez kendini küçük prensese adadı. Ablamlar İzmir'e taşındığında Prenses 5-6 yaşlarındaydı. Ayrılmak öyle zor geldi ki anneme anlatamam...
Sonra ben Genç'le evlendim. Annemlere çok yakın durmadık. Sanırım genç ve bencildik, onlar da Prenses ve ablamlarla meşgul oldu.
Babam emekli olduğunda yılın birkaç ayını İstanbul'da, birkaç ayını ablamların yanında İzmir'de, kalanını yıllardır taksitlerini ödedikleri Bodrum'daki evde geçirmeye başladılar, ama bu sadece bir yıl sürebildi. Babam karnında büyüyen bir kitle farketti; açtıklarında pankreas orijinli habis bir tümör buldular, kanserli doku karın boşluğundaki tüm iç organlarını sarmıştı. Sonun kaçınılmaz olduğunu bilen babam kemoterapiyi red etti, ağrılı olacağı kesin bu dönemi bir an önce bitirmek istedi. 3 ay sonra da bitti. Tam çocuklar evlenmiş, Prenses bile büyümüş, annemle babam başbaşa gezmeye, tüm günü paylaşmaya vakit bulmuşken annem yapayalnız kalıverdi; babamla yıllarca bekleyip sadece bir yaz geçirebildikleri Bodrum'daki evde kalır, kışları da İzmir'de geçirir oldu.
Ben biraz ketumumdur, anneme üzüleceği veya endişeleneceği şeyleri anlatmam. Genç'ten ayrıldığımı, kış vakti bir bayram tatili için iki kız arkadaşımla Bodrum'a gidip yer ayırttığımız moteli beğenmeyerek anneme gittiğimizde öğrenmişti...
Zaman geçip kızının hayatında Mammut devri başladığında annem hala İzmir-Bodrum hattında gidip geliyordu. Ama Nemo doğduğunda herşey değişti. Prenses'in bebekliğinde onu frenleyen babam da yoktu artık. O da kendini tamamen Nemo'ya adadı. Hastaneden evime geldiğim gün yanımızdaydı, 1,5 sene boyunca bir daha da gitmedi. Zaten Mammut hayatımızda misafir gibi; babadan çok, ara sıra uğrayan eğlenceli bir dayı gibi. 1,5-3 yaş arasında annem akşamları evine döner oldu. 3 yaşında benim ısrarımla yuvaya başladığında Cuma akşamları anneanne gecesine dönüştü. Ta ki, Nemo 4,5 yaşındayken ben Mammut'tan ayrılana dek. Sonrasını biliyorsunuz. Ne zaman yerini bulup polisle gidip alsam annemin yüzü gülüyor, aynı gün küçük bavulunu alıp geliyor. Uzak kaldığımız zamanlarda benim moralim bozulmasın diye bana belli etmemeye çalışıyor ama bütün gün ağladığı her halinden belli. "Yok, ölmeyeceğim, daha görecek şeylerim var benim, Nemo'nun büyüdüğünü göreceğim" diyor. Eh, 60'larında gösteriyor ama artık 75 yaşında. Gençliğinin bana çok benzediğini söylüyor, yani yaşlılığımızın da benzeme olasılığı hala var:)

5.2.06

Mutters Tren İstasyonu

Yasemin'i bıraktığı yorumdan fark edip sitesinde dolaşınca fotoğraflarını koyduğu Sapanca tren istasyonu ile benim Insbruck'taki son bayram tatilinde hayranlıkla fotoğraflarını çektiğim Mutters tren istasyonu arasındaki benzerliği görmemek mümkün değil.


Yasemin de yazmış zaten Sapanca tren istasyonunun Alman yapımı bir bina olduğunu. Mutters de Avusturya'nın Alman sınırına çok yakın bir Tirol köyü.
Ben de tren istasyonlarını ve Alman mimarisini çok severim. Şimdilerde bir de Shrek'in sonsuz tren sevgisi ve engin bilgisi ile birleşince aşağıdaki fotoğrafı çekebilmek için -10 derecelik gece soğuğunda, çöp kutularını tripod yerine kullanarak donmayı da göze alır oldum. Ama çok güzel değil mi? Maket gibi.

Olaylı Cuma

Babamı anlatacaktım ilk fırsatta, ama sevgili Tijen anneler ve kızları konusunu açınca annem sırayı kaptı. Ama annemi bu yazıda değil, bir sonrakinde anlatacağım, çünkü unutmadan Cuma günü olanları anlatmam lazım. Malum, balık hafızası, kötü şeyleri anında unutup neşeyle yoluna devam etmesi özelliğimiz ortak olduğu için seçmiştim Dory ismini; "Finding Nemo"yu izleyenler bilir.
Shrek'in geçen Pazar gittiği satış toplantısının son gecesine şirket müdürleri de katılacağı için elimde küçük kabin tipi bavulumla çıktım Shrek'in dairesinden. Uçağım öğlen olduğundan işe gitmeyip o sabahki duruşmaya katılacaktım. Nemo'nun 2004'ün Kasım ayında anaokuluna giderken servisten babası tarafından kaçırılmasına ilişkin süren davanın bir celsesiydi. Aslında hakim beni daha önceki celselerden birinde dinlediği için gitmem şart değildi, ama yalvar yakar getirdiğim tanıklardan birine yüzyüze teşekkür etmek istiyordum.
Dairenin kapısından çıkıp asansör kapısının önüne geldiğimde bir anda saklandığı yerden Mammut ve Başyamak çıktı. Mammut "Vay, biz Shrek'i bulmaya geldik, kimi bulduk; seni zina yaparken yakaladık; annelik yapacağına buralarda sürtüyorsun; niye evinde oturmuyorsun" gibi zırvalarla üstüme yürüdü. Onlar Shrek'in kapısını çalıp "hadi çık dışarıya" derken ben asansörle aşağı inip kapıcıyı buldum. Beraber yukarı çıktık, zaten yan komşu olan yöneticiye kısaca bilgi verdik, tabii bu kez yönetici ve kapıcının önünde saçmasapan konuşmaya başladı. Başyamak asansörün kapısını tuttuğu için ben kapıcıyı alıp merdivenlerden aşağı inerken onlar da asansörle inip apartmanın dış kapısını tuttular bu kez. Asıl polis çağırması gereken ben iken kapıcıya "polis çağır, illa cam kırmam mı lazım" diyor. Hatta 155'i arayıp adresi vererek polis bile çağırdı. Duruşmaya yetişme telaşı ile engellenmiş olma psikolojisi birleşince ben de kapıya yapışıp dışarı çıkmaya çalıştım, o bırakmayınca biraz itiştik, hemen pes etmeyince beni iterek üstüme yürüdü, ama Başyamak yanaşıp "fiziksel bir şey yapma" diyerek frenledi. Biraz daha ısrar etsem yeni bir darp davamız olacağını çok iyi biliyorum, ama bu kez akşamki gala gecesini kaçıracağım gibi önümüzdeki hafta işe gitmem bile riske girecek deyip ısrarı bıraktım ve ben de 155'i aradım. Bu arada birkaç apartman sakini kapılara çıkıp "bağrışıp rahatsız ediyorsunuz, çıkın dışarıda tartışın" diyorlar. Çıkamıyoruz ki, adam bırakmıyor. Hey allahım, güler misin, ağlar mısın... Apartmanda herkes benim Mammutla evli olduğumu, onu Shrek'le aldattığımı filan zannediyordur şimdi! Ne bilsinler Mammut'un manyaklık boyutunu...
Ben de merdivenlere oturup beklemeye başladım. Hatta kahvaltı niyetine çantama attığım muzu çıkarıp yedim. Zaten polis çağırması gereken, haklı olan benim. Bu dilekçe savcıya gittiğinde özel yaşama müdahale gibi bir nedenle davaya dönüşeceği kesin. Bu arada lafla atışıp duruyoruz tabii, ama Mammut öyle saçma şeyler söylüyor ki insan ona bir şey söylemenin ne kadar anlamsız olduğunu hemen hatırlıyor. Bana "seni bu adam mı koruyacak, bak evden dışarı çıkmaya korkuyor, onu niye aramıyorsun" deyip duruyor; aklısıra beni tahrik edecek, Shrek gelince kavga çıkacak. "Niye beni birinin koruması gerekiyor? Senin bana zarar verdiğini, sana karşı birinin beni koruması gerektiğini kabul ediyorsun yani" diyorum ama anlayan kim...
Sonunda ekip otosu geldi, hepimiz karakola gittik. Karakol amiri çağırıp benden kısa bir özet aldı, sonra ifademi alacak polisle oturduk, ben anlattım, o yazdı. Polis de anlamadı Mammut'un neden şikayetçi olacağını, niye karakola gelmek için bu kadar hevesli olduğunu. Neyse, ben ifademi verip çıktım, onlar Mammut'un ifadesini alacaklardı daha. Uçağıma yetiştim ve hayatın akışı normale döndü. Tabi böyle soğukkanlı kalmanın bedeli de var; uçağa binip oturduğum anda başağrısı, boyun ve üst sırt kaslarında tutulma ve ağrı olarak çıktı acısı. Hala da sürüyor.
Cumartesi Shrek'le karakola uğradığımızda anladık ki, Mammut da ifadesinde Shrek için "ben arkadaşımla onun evine, niye hakkımda asılsız şikayetlerde bulunuyorsun diye sormak için gitmiştim, bana iftira attığı için ondan şikayetçiyim" demiş. Shrek'i telefonla tehdit ettiği için savcılığa verdiği dilekçeyi kastediyor herhalde.
Karışık, değil mi? Vodvil gibi. Dışarıdan bakanlara absurd ve komik bile gelebilir. Yazınca dışarıdan bakması daha kolay oluyor diye yazıyorum zaten. Ve 2,5 yıl önce ayrılma cesaretini bulduğum için şükrediyorum.