31.12.05

Hoşçakal 2005


2006'ya, bir senenin daha öğrettikleriyle daha bilgili, daha dengeli, daha anlayışlı, daha büyümüş giriyoruz. Yeniyılın getireceklerine kucak açıyorum, bana neler öğreteceğini merakla bekliyorum. Biliyorum ki her geçen yıl bir öncekinden daha güzel oluyor.
Geçtiğimiz yılın 10 ayında oğlumun nerede olduğunu bile bilmeden geçirdim, ama şimdi biliyorum. Bu yılbaşında da ondan uzakta, biraz buruk geçiyor zaman, ama biliyorum sağlıklı, ve daha geçen Çarşamba onu okulunda ziyeret ettim, hediyeler verdim, onu çok sevdiğimi söyledim. 2006'da onu çok daha fazla göreceğim. Her geçen yıl, bir yaş daha büyümek onu bana yaklaştıracak. Hem artık okuyabiliyor, ona mektup da yazabilirim.
Oğlumdan uzaktayım ama yanımda sevgilim var. Bana geçtiğimiz yıl boyunca anlayışla sabır gösteren, destek olan, hep yanımda olan sevgilim bu gece de yanımda. Ömür boyu yanımda olmasını, elele yaşlanmayı diliyorum.
Annem de hayatta çok şükür. Akşamüstü yeğenim, erkek arkadaşı, ben ve Shrek, annemde küçük bir kutlama yaptık. Önce annemin gençliğinin plaklarını, sonra benimkileri çaldık. 60'ların ünlülerinden Connie Francis, Andy Williams ile başlayıp Abba, Boney M ile devam ettik. Sıra yeğenimin dönemine gelemedi bir türlü, o zaten hala çok genç. Gerçi ablam İzmir'de, ama annem yine de çok mutlu olsa gerek, bir ara "insanın çocuklarıyla birlikte olması ne güzel" dedi, sonra da benim oğlumdan ayrı oluşum aklına gelip " ay pardon" diye lafı toplamaya çalıştı, yaramı deşmemek için. Ama ben bu yılbaşında çok da ayrı hissetmiyorum; sanki o orada, ben burada, ama ruhlarımızın beraber olduğu duygusuyla doluyum.
Şimdi evde iç pilavlı tavuk dolmasının pişmesini bekliyoruz. Mis gibi kokular sardı evi. Hatta pişti bile, Shrek sofraya çağırıyor. Tüm dünya için iyi dileklerle ve mutluluğun resmiyle (bu hafta Bandırma'ya gittiğimde ablam da benimle geldi ve biz öğretmenin odasında oynarken bu fotoğrafları çekti :) 2005'in son yazısını bitirip şarabı açmaya gidiyorum ben de...

25.12.05

Hayat Devam Ediyor

Bu bir günlükse olup biteni de yazmalı, sırf yemek tarifleri, elişleriyle olmaz ki...
Yeni beslenme tarzı fena gitmiyor. Gerçi akşamları çorba içme kararımı izleyen gün, Shrek benim ondan geç gelmemi fırsat bilip "bak, guavalı pilav yaptım, başka bir şey yok, bu da diyet sayılır" diye karşıladı beni, ama olsun. Cuma gecesi de holdingin tüm müdürleri için verdiği yılbaşı davetine katıldım, önüme konan herşeyi yedim, ama o da sayılmaz. Cumartesi de Shrek'in üniversiteden sınıf arkadaşlarının yemeği vardı, ama meze tabağındaki rus salatasına dokunmadığımı, yaramazlık sayılacak sadece bir dilim ekmek ve bir sigara böreği yediğimi, ana yemek olarak ızgara çinakop seçtiğimi, üstüne de meyva yiyip sadece Shrek'in sütlü tatlısının ucundan tattığımı düşünürsek başarılı bir akşamdı.
Spora başlama kararımı da acilen uygulamaya geçirmek gerekiyor. Haftalardır bayramda ne yapsam da Nemo'yu alabilsem, Mamut'un yaptığı gibi ben de kaçırsam mı, sömestre tatili sonunda ne yapacağım peki, ya beceremezsem diye düşünüp duruyordum. Sonra geçen sene peşlerine takılıp Uludağ'a gittiğimiz usta kayakçı arkadaşımızın Avusturya'ya gittiğini öğrendik. Bir anda bir şimşek çaktı, "biz de gidelim" deyiverdim, ve bütün sıkıntılar, düşünüp durup işin içinden çıkamamalar sona erdi. Ben bayramda kayağa gidiyorum:), çünkü hayat devam ediyor; oğluma kavuşana dek zamanı durduramam (Biraz da kendime söylüyorum bunları, telkin niyetine). Zaten bir düşünceye takılıp kalındığında aşıp çıkmak için en iyi yol biraz tehlikeli, biraz riskli bir şeyler yapmakmış, çünkü beynin stratejik düşünce bölümü harekete geçermiş; bilgisayarda savaş oyunu oynamak bile işe yararmış. E daha geçen sene yeni başlamış benim gibi bir korkak için kayaktan daha riskli bir şey düşünemiyorum. Bu benim bayram tatilinde ilk yurt dışına çıkışım, ilk kayak seyahatim, hatta 8 yıldır ilk bayramda tatile gidişim olacak.
Tabii şimdi acilen spora başlamak lazım, yoksa bir gün kayar, üç gün otelde yatarız. Shrek oğlunu Aikido'ya götürürken kendi de boş boş beklemeyip bir yandan spor yapıyordu. Haftada bir gün gittiği için de aylık üye olmak yerine giriş sayısına bağlı kayıt yaptırmıştı. Oğlu aikidoyu bırakınca elinde altı girişlik hak kalmış; onu bu hafta üç kez beraber giderek kullanmak niyetindeyiz. Bugün ilkini gerçekleştirdik üstelik. 20 dk yürüme bandı, streching, ağırlıklarla çalışma (yaklaşık 40 dk), 20 dk daha yürüme bandı. Bütün kas liflerimi tek tek hissediyorum, sızlıyorlar çünkü. Böyle havaya girince dönüşte markete uğrayıp balık, et, tavuk (hafta içi akşam yemekleri için ikişer porsiyonluk paketler halinde buzluğa atmalık), sebze, meyva, kepekli ekmek alıp çıktık. Ekmeği de ikişer dilimlik paketler halinde buzluğa attım, böylece evde buzdolabından aşırmalık, ucundan kaçırmalık hiçbir şey kalmadı...
Bu ne kadar renksiz bir yazı oldu böyle, bari bir Innsbruck dağ manzarasıyla kapatayım:)

20.12.05

Karalahana Corbasi


Çorba akşamlarına bugün başladım. Yeni beslenme şekli fena gitmiyor, ama bunun bir diyet olduğu kesinlikle söylenemez. Galiba enerji miktarı öyle birdenbire düşürülemiyor, vücut eksikliği bir şekilde gidermenin yolunu buluyor. Sabah bir kepekli tost, öğlen hindi şiş ve salata yedim, fırında elmayı bile red ettim; akşam yemeği çorba ve bir dilim ekmekten ibaret olunca evin içinde "ne yesem, ne yesem?" diye dolanmaya başladım. Neyse, ben en iyisi çorbanın tarifini vereyim.

Malzemesi :
1/2 bardak kuru fasulye, bir gün önceden ıslatılmış
1 demet karalahana, ince dogranmis
2 dilim balkabağı, küp küp dogranmis
1 bardak tavuk suyu
7 bardak su
tuz, karabiber

Yapilisi :
Tüm malzeme düdüklü tencereye konur. Buhar ventili cikip alti kisildiktan sonra 15 dk pisirilir. Alti kapanip basincin düsmesi beklenerek kapagi acildiktan sonra misir unu ayri bir kaseye alinan bir kepce corbanin icinde eritilir, corbaya katilir, bir tasim kaynatilir. Blender ile taneleri parcalayabilirsiniz, tercih sizin.

18.12.05

Yaşamda Kalite

Ne haftaydı ama... Bir yandan maaş zamlarını belirlemek için yapılacak performans görüşmeleri, öte yandan noelden önce yüklenmesi gereken mallarla ilgili yazışmalar, diğer yandan şirketin yabancı ortağından gelen ziyaretçilerle yapılan tam günlük toplantılar, iş yemekleri... Canım çıktı desem yeridir. Akşam eve geldiğimde ancak bloglarımı okuyacak zaman bulabildim; bir şeyler yazacak halim kalmamış oluyordu.
"Kalmamış oluyordu" yanlış bir ifade değil, ama çağrışım yaptı; şu aralar çevremde herkes "yapacağım" yerine "yapıyor olacağım" demeye başladı. "Bu konudaki duyuruyu önümüzdeki hafta yapıyor olacağız", "Bu konuda yılbaşından sonra karar veriyor olacağız"... "Yapacağız, vereceğiz"in suyu mu çıktı?! İngilizceden sadece kelime değil, cümle yapısı da almaya başladık milletçe. Belki de "Holding Türkçesi" olarak yorumlamak lazım, ama her duyduğumda sinirleniyorum.
Yorumlar arasında Xtra'nın basaranlar.blogspot.com'a başarı hikayeleri davetini okuyunca siteyi okudum; başaran herkesi kutluyor, başarılarının devamını diliyorum. Ama benim hikayem geçici başarılardan oluştuğu, başarı hikayesinden çok ibret hikayesine benzediği için burada paylaşmaya karar verdim.


Bu benim ağırlık çizelgem. Görüldüğü üzere, kilo alış ve verişlerim hep duygusal çalkantılarla eşzamanlı. Verişler genellikle aklımı ve hayatımı ele geçiren yoğun değişikliklere rastlıyor; alışlar ise genellikle ifade edilemeyen kızgınlık, yatıştırılmaya çalışılan mutsuzluk dönemlerine. Hamilelik ve sonrasını bu genellemenin dışında tutuyorum tabii.

“Deming Döngüsü” diye bilinen “planla-uygula-değerlendir-düzelt” çevrimi kalite iyileştirme çalışmalarının ve pek çok modelin temelini oluşturur. Bu kez ben de işe daha önceki uygulamaları değerlendirme aşaması ile başlıyorum ki düzeltebileyim. İşte yaşamda kalite...

Yeniden zayıflamak ve normal kiloma dönmek için beslenme şeklimde değişiklik yapmam, enerji miktarını düşürmem ve yaşam tarzıma daha çok hareket katmam gerektiği ortada (geçmiş kilo verişlerim hep ayrılıkla ilişkili, oysa Shrek'i seviyorum ve ayrılık anlamına gelecekse bu kiloda kalayım daha iyi; Gilmore Kızları'na kahkahalarla gülen bir erkek nereden bulurum bir daha:). Kilo verişlerim uzun süre sabitlenemedi, çünkü kısa süre sonra eski yeme düzenime geri dönüyordum. Hayatıma ara ara spor girmiş olmasına rağmen hiçbirinin kilo verdiğim dönemlere rastlamadığını fark ettim. Hipnoterapi eşliğinde diyet yaptığım dönemde formül çok basitti: sabah kahvaltısı olarak 1 büyük bardak sirkencübin (1 çorba kaşığı bal ve 2 çorba kaşığı elma sirkesi 1 büyük bardak su içinde eritilir - bu ayki THY dergisindeki Mevlana mutfağı yazısında sirke balla aynı ölçü, yani 1 kaşık), öğle ve akşam yemeklerinde birer tabak yemek. Haftada 1 kilo hızıyla normal kiloma inmiştim. Mamut Nemo'yu ikinci kez kaçırıp ben antidepresana başlayana kadar da korumuştum aslında. Ama son kilo alışım için antidepresanı sorumlu tutmuyorum, çünkü bıraktıktan sonra kilo almaya devam ettim. Bu arada, tüm diyet girişimlerim kısa süre sonra bozularak sonlandı ve ben verdiğimden çoğunu geri aldım.

Bu değerlendirme ışığında yaptığım yeni planı açıklıyorum :

Diyet yapmayacağım; beslenme şeklimi değiştireceğim.

Günde 1000 kalori almayı hedefleyeceğim. Mümkün olduğunca aşağıdaki düzeni tercih edeceğim

Sabah kahvaltısı seçenekleri : 1 bardak sirkencülbin veya 1 adet kepekli ekmekten yağsız tost, haftasonu domates-salatalık-beyaz peynir veya yağsız peynirli omlet

Öğle yemeği : çorba veya menüde varsa yağsız bir et çeşidi + salata

Ara öğün : ayran veya meyva (elma veya armut) veya 1 kepekli tost

Akşam yemeği : çorba veya 1 tabak sebze yemeği

Gece : meyva veya 1 çorba kaşığı pekmez eklenmiş yoğurt

Biliyorum, bu akışta süt yok, çünkü ben sütü ancak nesquickli, yoğurdu da ancak yemek üstünde veya pekmezli yiyebiliyorum. Ayrıca bunlar kural değil, tercih. Margarin içeren şeyleri yemeyeceğim, çünkü çok sağlıksız. Un ve yağın birlikte olduğu şeyleri yemeyeceğim, çünkü enerjisi çok fazla. Kahve ve kola zaten içmiyorum, çay yerine de gün içinde limon dilimli sıcak su içerim. (Hiç denediniz mi? Tadı çok güzel aslında). İnilecek hedef kilo belirlemiyorum, çünkü o zaman hedefe varınca sistem çöküyor. Kilo hedefi olmayınca ona ulaşmak için koyulan bir zaman hedefi de yok. Bundan böyle, her mümkün olduğunda, tercihan böyle besleneceğim, o kadar.

11.12.05

Yeni Dostlarım Beri ile Robi

Beri'ye arkadaş ördüm, adı Robi. Bu dünya tek başına çekilmiyor (ya da ben beceremiyorum); birbirlerine destek olsunlar, hayatı paylaşsınlar dedim.
Beri'yi örerken elimdeki yünün yetmeyeceğini anlayınca kendinden kazaklı yaptıydım; baktım bu kez yünüm bol, tek renk yaptım; sonra da gözüme pek bir çıplak geldi, bir de kazak ördüm. Günümüz çocukları değerini bilir mi acaba? Artık emek öyle ucuz, öyle değersiz ki... Benim ablamdan kalma iki bebeğim vardı topu topu, ikisi de benden yaşlı, biri 63 model bir Barbie, diğeri boyu herhalde benim boyum kadar, takır tukur, saçları ablamla arkadaşlarının gazabına uğramış bir bebek. Bir yılbaşında uyduruk plastikten bir noel baba gelmişti, el kadar bir şey, sırtındaki küfeden şekerler çıkmıştı. Öyle çok gürültü yapmışım ki ablam elimden alıp kırmış, beni uzun süre susturamamışlardı. O zaman böyle kumaş oyuncaklar da yok, ilk kez 8-9 yaşlarındayken bir pembe panterim olmuştu (Fatoş da ondan sonra böyle büyüdü zaten). İlk ve son legomu 9 yaşındayken, tatilde tanıştığımız Avusturyalı bir aile ertesi sene bizi ziyarete gelirken getirmişti. Bazı parçaları hala duruyor Nemo'nun legolarının arasında. Annemin de bana oyuncak örecek vakti yoktu elbette, iki çocuk ve o mükemmeliyetçilikle nereye? O zaman hazır giyim de doğru dürüst yok, elbiselerimizi, paltolarımızı dikerdi kadıncağız, oyuncak da neymiş?
Birkaç tane daha üretebilsem güzel bir yılbaşı hediyesi olur arkadaşlarıma, ama bir tanesini örmek tam bir hafta sürüyor.

7.12.05

Gerçek Bir Aliye Hikayesi

Daha önce de günlüklerim olmuştu, ama bir baktım, hep dile gelmeyen, gelse de işe yaramayan kızgınlıklarımı, kırgınlıklarımı anlatıyorum, acı, zehirli sayfalar dolduruyorum. Çünkü iç sesim o zamanlar konuışmaya başlıyor, kendi kendime sessiz sessiz konuşmaktan yoruldukça kaleme kağıda sarılıyorum. Dedim bu kez öyle olmasın. Ben bu blogda yaptığım yemekleri, izlediğim filmleri, okuduğum kitapları, tanıştığım insanları, yani hep hoş şeyleri anlatayım. Herşey yolunda oyunu oynayayım; durum ne kadar kötü olursa olsun dünyanın sonu olmadığını, yaşamın devam ettiğinin resmi olsun. Ama tabii yazarken aradan o yaşamın hüzünlü yanları da kaçıverdi. Çünkü benim içim dışım bir. Bir de tabii tam yazmaya başlamışken olayların akışı değişiverdi, tam 11 ay sonra oğlumu buldum, 5 güncük de olsa eve getirebildim, sonra tekrar ayrılmanın travması içinde ağzımdan kaçtı işte. Sonra da dedim, bu blogdakiler yaşamdan parçalarsa bu da o yaşamın parçası işte; bak işte sen buna rağmen yemek tarifi deniyorsun, kendine atkı örüyorsun, sağlam kalıyorsun. Evet, hayat oğluna senin istediğin gibi bir çocukluk yaşatmıyor, ama sen elinden geleni yapıyorsun, ve o büyüdüğünde seni güçlü, sağlıklı, yanında bulacak.
Hiçbir şey anlatmadan ne çok uzattım lafı... Herşey 2,5 sene önce ayrılmak istememle başladı. Öncesinde Mamut'un karakterinde deli doluluk, aşırı özgürlük, bencillik zannettiğim şeylerin, bir çeşit psikopati olduğu ortaya çıktı. Örnekler anlatmakla bitmez. Ama en kötüsü, o zaman 4 yaşındaki oğlumu alıp ortadan yok olmasıydı. İlkinde 3 ay, ikincisinde 1 ay, üçüncüsünde 11 ay sürdü yerini bulmam. Her seferinde dedektif tutarak bulabildim. Kaçırdığında savcılığa şikayet ediyorsunuz, o semt karakoluna talimat gönderiyor, ifadesini alın diye. Evi zaten belli değil, işyerine gidiyorlar, bulamayıp dönüyorlar. Üstüne çok düşer, üst düzey polis tanıdık bulursanız ifadesini alıyorlar. Yoo, ben kaçırmadın, kendi verdi, deyiveriyor. Savcı ifadeyi okuyor, adamı salın diyor, çocuğun öz babasını tutuklayacak hali yok ya, dava açılmak üzere dosyayı hakime gönderiyor, hakim dava açıyor, herbir celsenin arasında en az üç ay, bazen 5-6 ay olmak üzere, ifadeler veriliyor, şahitler bildiriliyor, şahitler davet ediliyor, şahitler gelip şahitlik yapıyor, onların şahitleri davet ediliyor, mazereti olup o celseye gelemeyen oluyor, bir dahakine deniyor, bir dahakine de gelmezse karakolda evine yazı gidiyor, arada delil listesi sunuluyor, resmi yazışmalar yapılıyor, öbür mahkeme dosyalarının celbi isteniyor vs vs. Sonuçlansa ve suçlu bulunsa bile, aynı suçtan sabıkası olmadığı için ilkinde tecil edilecek, ikincisinde para cezasına çevrilecek, üçüncüsünde belki üç ay hapis yatıp iyice delirmiş olarak çıkacak.
İlk kez bu sefer, yaklaşık 1 aydır, yerini biliyorum ve gidip almıyorum, çünkü biliyorum ki gelip yine kaçıracak. İlk seferinde koruma tuttuydum; evden işe, işten eve, oğlanı yuvaya, yuvadan eve, onunla dolaştık bir 6 ay. İkincisinde karşıya, güvenlikli bir siteye taşınıp bir süre izimi kaybettirdim; o sayede 2004 yazını rahat geçirdiydik. O bunların çocuğa nasıl zarar verdiğini umursamadığı sürece güçlü. Melek oğlum bana benimle kalmak istediğini söylüyor, ama korkusundan babasına söylemiyor. Korkmakta haklı da, çünkü Mamut için ya onun tarafındasındır, ya da düşmanısındır. Ondan ayrılmakla çocuğun analı babalı büyüme hakkını ben elinden almışım, dolayısıyla analık hakkım yokmuş; gitmeme izin verdiğine şükredeymişim. Babasıyla konuştuğumda "ne yapayım, oğlum beni dinlemiyor" diyor. Oğlanı bir ara psikoloğa götürdüydüm; bunca olayın izi nasılsa vardır, onarmak için ne yapabilirim diye sormaya. Mamut'u anlattığımda, "sakın kendinizi suçlamayın, siz ne kadar uyumlu olursanız olun, o yeni bir sorun çıkaracak, çünkü negatif enerjiden besleniyor, yaşam enerjisini kızgınlığından alıyor" demişti.
Duyar gibiyim, böyle bir adamla ne işin var, kendi düşen ağlamaz diyorsunuz. Belki de haklısınız. Benim akıllanmam, kötüye hayır demeyi, sınır çizmeyi öğrenmem için çıktı karşıma belki de. Belki bazı okuyanlar, tek tarafı dinlemekle yargıya varılmaz, öbür tarafı da dinlemek lazım diyecekler, ama ben iki dakikada 42 yalan söyleyen biriyle yarışamam ki...
Bu hikaye daha çok uzar, biraz havayı dağıtayım. Bu Salı, annemle atlayıp Bandırma'ya gittik, okulu bulduk, müdür ve rehber öğretmeniyle konuştuk, herşeyi anlatık; onlara velayetin kendinde olduğunu söylemiş tabii; sonra oğlumu dersten çağırdılar, öğretmeni müdürün odasına getirdi. Beni görünce "o benim annem, misafir değil" diyerek zıplamaya başladı. Öğle yemeğine az kala öpüp ayrıldık. Sınıfına dönerken neşesi de yerindeydi, babasının evindeki gibi hüzünlü ayrılmadı. Öğretmen götürdüğüm oyuncak, çikolata, kitap, boya vs torbasını ne yapacağını sordu, yanına verirsem evde anlarlar dedi. Anlasınlar, benim dünyamda yalan yok, duyguları, düşünceleri serbestçe ifade etmek var, ben oğluma "aman beni gördüğünü babana söyleme" demem ki...
Tabii akşam kıyamet koptu. Tehdit telefonları susmak bilmedi. Benim eve gidip bakmışlar (bu lar kim oluyor bilmiyorum, çapulcu arkadaşlarıdır herhalde), şimdi annene bakacağız, orada mısın diye, bulunca kafanı kıracağım diyordu. Ben Shrek'te kaldım tabii. Bu arada fark ettiğiniz üzere, oğlumu babannesiyle oraya koymuş, kendi haftanın en az 3-4 günü İstanbul'da. Ben de ne saçmalıyorum.. Onun derdi oğluyla olmak değil ki, bana ceza vermek.

4.12.05

El Örgüsü Oyuncak Ayı

Bu haftasonu da İstanbul'da geçti. Cuma akşamı gidip gitmemeyi "içime sorarak" (cevap gelmek bilmedi, yeğenim arayıp beraber alışverişe çıkmayı önermese hala düşünüyordum) , Cumartesi günü annem ve yeğenimle alış verişte, Pazar günü de gevşek bir ev haliyle geçti. Yaklaşan yılbaşı nedeniyle bir holdingin diğer müdürleri ve eşleriyle, bir bizim şirketin çalışanlarıyla, bir de bizim şirketin satış grubuyla ayrı ayrı üç kutlama bekliyor beni, ve her yıl olduğu gibi yine giyecek birşeyim yok; çünkü bir türlü aynı bedende kalamıyorum. Gerçi 40-42-44 arasında dolaşıp duruyorum, ama en son yılı 44'le kapatalı 5-6 sene olduğu için o zaman giydiklerim durmuyor haliyle. Muhtemelen zayıflayıp 40 bedene düşünce ablama vermişimdir, oysa geçen sene ben 12 kg alırken o da herhalde bir o kadarını veriyordu. Toplam kilomuz aynı kaldı yani:)) Ben oğlumdan uzakta, karbonhidratların sakinleştirici etkisiyle sağlam kalmaya çalışırken o da evinden, yurdundan, kocasından uzakta (kocasının muhteşem yemeklerinden de uzakta), bol bol yürüyüş yapıp salataya talim ediyordu. Geçen ay geldiğinde bana bu kilonun yakıştığını söyledi, daha yaşıma uygun bir güzellik veriyormuş.
Neyse, benim yılbaşı yemeklerine giyecek bir kıyafete, yeğenimin de yeni başlayacağı çalışma hayatına uygun ofis kıyafetlerine ihtiyacı vardı yani. Marks&Spencer, Faik Sönmez ve birkaç büyük beden butiğine baktıktan sonra kendime bir elbise diktirme fikrine sarıldım, çünkü bu dükkanlarda bulduklarımın hepsi siyah ve 52 beden, annem yaşında kadınların da giyebileceği tarzda. Öncelikle yeğenimin üniversite mezuniyet balosunda giydiği elbiseyi diken terziye uğradık, epey sohbet ve model bakma faslından sonra sıra fiyatını sormaya geldi. 700 YTL demez mi?! Boşuna o kadar konuşmuşuz, keşke baştan sorsaydım. Teşekkür edip dışarı çıktığımızda yeğenimle bir akşam dikiş kursu bulup bulamayacağımızı konuşuyorduk. O güncel Türk dizilerini benden daha iyi takip ediyor. Meğer popülist dizi senaristlerimiz artık kadınlara tekstil işini yakıştırıyorlarmış; kadın çalışacaksa ya terzi, ya stilist oluyormuş. Çok güldüm; dizileri analiz ederek toplumun eğilimlerini anlamaya çalışmak genetik mi acaba?
İkinci durağımız annemin mahallesindeki tadilatçı terzi oldu. Etilerden 4.Levent'e, apartman dairesinden de dükkana geçince fiyat 700'den 200'e düştü. Askılı bir model olsa 150'ye de olurmuş ama ben ya kol ya da cepken istiyorum kollarımı kapatmaya. Üstelik bir önceki, kumaş almamız için Osmanbey'deki Bağzıbağlı'ya gitmemizi önerirken, buradan Eminönü'ndeki bir kumaşçının adını aldık. Yarıyarıya fark ediyormuş. Pazartesi gidip bakacağım, hakikaten iyi bir yerse adresini veririm.
Üçüncü durağımız Metrocity oldu. Biraz bakındıktan sonra ailemin üç kuşaktan hanımları olarak öğle yemeği yedik. (Ablacığım, keşke sen de bizimle olsaydın; ama bu günün alış veriş programı seni çoktan boğmuş olurdu. Seninle sırf keyif için çıkar, yemek yer sohbet ederiz.) Sonra bakınmaya devam ettik. Alışveriş merkezlerinin ne kadar yorucu olduğu konusunda hemfikir bir şekilde ayrıldığımızda saat 6'ya geliyordu. Onları eve bırakıp akşam için palamut ve akdeniz yeşillikleri alıp Shrek'e gittim. (Gökhan'ın blog adı Shrek bundan böyle. Animasyon çocuk filmleri kahramanlarından gidiyoruz zaten. Nasıl ben Dory kadar balık hafızalı ve iyimser değilsem, o da Shrek kadar suratsız ve yalnız değil, ama olsun...)
Pazar gününün yarısı kitaplığı düzenlemekle geçti; kalan yarısında da el örgüsü oyuncak ayımı tamamladım; sonra da Shrek'le füme somon yaptık. İki gün boyunca buzdolabında bekleyecek. Güzel olursa tarifini yazarım. Ayıcığın modeli Düsseldorf'tan aldığım dergilerin birinden. Shrek önce "bunu bir yerden okuyarak değil de tamamen kendim yaptıysam" beni çok takdir edeceğini söylerek biraz kızdırdı ama sonradan beğendiğini söyledi. Sözde artık yünleri değerlendirmek için başlamıştım ama beyaz yünüm kafasının yarısına geldiğimde bitince gidip bir çile daha almak zorunda kaldım. Malzeme olarak yine de çok ucuz tabii, ama bir hafta her akşam örerek ancak bitirdiğim düşünülürse çok değerli. Keşke Nemo daha küçükken bulsaydım bu modeli. (Oğlumun blog ismi de Nemo olsun. Hem Nemo'nun bütün harfleri onun isminde de var. Nemo'yu dişçi kaçırdıydı, babası arıyordu; benimkini babası kaçırdı, ben aradım. Bir sene sonra buldum ama nafile... Nemo dişçinin akvaryumundan kaçtı ama benimki babasının korkusundan bana gelmek istediğini söyleyemiyor bile, değil kaçıp gelmek. Belki 15'ine geldiğinde...)

1.12.05

Dizilerden İnciler

Dün akşam da televizyonda başka bir diziye rastladım. Bu aralar kendimi Türkiye'den çok kopuk hissediyorum. Klasik batı müziği seven bir ailede büyüyüp, yabancı okulda gelişip, yabancı ortaklı bir şirkette yönetici olup, dünya kadar iletişim, liderlik, yönetim becerileri eğitimleri aldıktan sonra aksi düşünülemezdi herhalde. Dizileri seyrederken sanki sosyolojik-psikolojik bir vaka inceliyormuşum tavrı içine girmem bu yüzden. Sadece bir diyaloğu yazmam yetecek ne demek istediğimi anlatmama.

İki adam konuşmaktalar. Esas oğlan (sonradan anladım, evli bir polismiş) şöyle başlıyor lafa:
- Aysel'i başka bir adamla yakaladım. (İsmi uyduruyor olabilirim)
- Abi, emin misin?
- Kollarında yakaladım.
- Yapma yaa...
- Ama en kötüsü ne biliyor musun?
- ??
- Tetiği çekemedim. Öldürecek kadar çok sevmiyormuşum Aysel'i.

@&*%$#!!!