30.11.05

Haziran Gecesi

Pazartesi akşamı Haziran Gecesi'ni izledim. Geçen sene de bir bölümüne rastladıydım, konuyu aşağı yukarı anladım. Zengin ve havalı adam karısı ve üç çocuğuna rağmen genç bir kıza aşık olur; adam ailesinin tüm karşı çıkmalarına karşın boşanıp kızla evlenir; tam yeni eşinden bir kızı doğduğu sırada beyimiz eski karısının yeni erkek arkadaşının yalancı ve pskiyatrik tedavi görmüş biri olduğunu öğrenip peşlerinden gider; çocukları, bakıcısı ve adamla birlikte seyahate çıkmışken eski kocası yollarından döndürmeye çalışır... Buraya kadar çok da alışılmadık bir hikaye değil aslında. Ancak işin tuhafı beyimiz haklı, adam da hakikaten hasta ruhlu çıkar. Gerçi kadın ve çocuklar sağsalim eve dönerler, ama adamın karanlık emelleri olduğunu seyircinin anlaması sağlanır.
E pes yani! Zaten ülkemiz karısının, kızının, kızkardeşinin bedenini namus sayan ilkel adamlarla dolu; kadın ayrılmak isterse veya yeniden evlenmeye kalkarsa namus cinayetleri işleniyor; o da olmazsa çocuklarından ayırıp ceza vermeye kendilerinde hak görüyorlar; büyük şehirlerde, okumuş adamlarda bile karşısındakinin sınırlarına saygı diye bir kavram yok; sen kalk televizyonun en popüler dizisinde adamı böyle davrandığı için haklı çıkar, eski kocayı değil, yeni sevgiliyi psikopat yap...
Zaten Özcan Deniz Asmalı Konak'ta da kıskanıp karısını hastanelik ettiğinde de konu "e ama çok seviyo, ondan yaptı"ya bağlandıydı ya, o zamandan beri kızgınım aslında.
Senaristleri popülist yaklaşımlarından sıyrılıp sosyal sorumluluklarını üstlenmeye davet ediyorum. Beni duyan yok tabii. Bugün google'dan diziyle ilgili bir forum buldum. Dişi oldukları nick'lerinden belli bir takım kişiler "ay çocuklarının annesi tabii, adam da haklı" diyorlar. Aferin size, yangına körükle gidin. Popüler olan çok satıyor nasıl olsa...
Ha ha, yeni gelin beyimize kızıp babasının evine gidince, adam da yeni doğmuş bebeği öpüp "daha çok alışmadan gideyim ben bari" deyip uzadı. Ne güzel mesajlar veriyorlar böyle...

28.11.05

Pazartesi Gevezeliği

Pazar günümü annemle geçirdim. Cumartesi gecesi çorabın tekini bitirip, aynısından bir tane daha örmek heyecanlı olmadığından biraz dinlenmeye bıraktım ve oyuncak ayı örmeye başladım. Gökhan kongreden dönünce onun makinesiyle çeker gösteririm. Bir bacağını bitireceğim diye inat edince 2'de ancak uyudum. Tabii kalkmam 10'u buldu.
Neyse, annemi alıp emlakçıyla randevumuza gittik, o bölgedeki evleri gezdik, bol bol bilgi aldık, yazın teslim olacak evimi şimdiden satmaya kalkarsam bu bölgede istediğim gibi bir daireye paramın yetmeyeceğini anladık. Dönüşte iyice acıkmıştık. Annem evde olanları saydı (kızı masraf etmesin, ne gerek var şimdi), ama benim canım dışarıda yemek istedi. Canım kırk yılda bir başbaşa dışarı çıkıyoruz zaten.. Tepecik Yolundaki Wrap'e götürdüm onu. Ortaya tulum peynirli-cevizli-ballı hardallı soslu salata, bir biftekli chedarlı, bir ızgara sebzeli dürümü yarım yarım paylaştık. Sonra evine bıraktım. Pazar gününü benimle geçirmek çok hoşuna gitti, biliyorum. Ve düşündüm... Ben 39, annem 74 yaşında, yine bizbizeyiz. Dünyanın en sorumsuzu, en utanmazı mamut, babasının ilişkilerine göz yummadı da ayrıldı ve yeniden evlendi diye yıllarca suçladığı annesini almış yanına bakıyor. Kıssadan hisse, yıllar da geçse oğlum sonunda annesine gelecek. Suçlayacak mı, anlayacak mı bilinmez, ama (ben ruh-fizik bütünlüğüne inanırım, bana bu kadar benzediğine göre) en azından dinleyecek. Olan onun çocukluk yıllarına, eğitimine oluyor işte...
Bu arada öğrendim ki, Gökhan'ın kolesterolü 260'a, trigliseridi 365'e çıkmış (ikisinin de max 200 olması lazım). E ben bir senede 12 kg alırken o da boş durmadı, herhalde 10 kg filan almıştır. Tamam işte, beslenme tarzımızı değiştirmemiz ve spora başlamamız için bedenlerimiz alarm veriyor. Duymazlıktan gelirsek daha iyi anlayacağımız bir şekilde anlatırlar, bir hastalık çıkarıverirler valla... Dolayısıyla artık beyaz un, şeker, tereyağ, yağlı et, karides, krema yok. Yalnız mutfağı Gökhan'a bırakırsam iki gün zeytinyağlı ıspanak, taze fasulye yapar, üçüncüsünde kremalı ıspanaklı tagliatelle yapıverir. Adam tahıl ve bakliyat sevmiyor, beyaz ekmekten başkasını yemiyor. Sebze sevdiğini iddia ediyor, ama zeytinyağlıyla kış geçmez ki... Bense bayılırım sebzeyle bakliyatı karıştırmaya. Yanılmıyorsam 2002 yılında, Tijen İnaltong'u Açık Radyo'daki bir söyleşide dinleyip koşa koşa gidip "Mevsimlerle Gelen Lezzetler"i almıştım. Yemek kitabından başucu kitabı olur mu? Olur. Hepsini değil ama yarısını yapmışımdır herhalde. O zamanlar zaten en ince halimdeyim, mamuttan ayrılmak için özgüven depoluyorum. Sonrasında Tak Koluna Sepeti, Zen Mutfağı ve Meyve Ağacından Hikayeler'i de aldım tabii. Ama Gökhan'ın şartlanmış beynine ve damak zevkine hitap etmediğini kabul etmek zorundayım. Halbuki ne kadar sağlıklı ve lezzetliler...
Bu ruh haliyle eve gelirken aşağıdaki marketten pırasa ve havuç aldım. Yarın kongreden döndüğünde zeytinyağlı pırasa ile karşılayayım bari. Sonra da marifetli blog kardeşlerimin sebze yemeklerini sırayla deneyeyim.

27.11.05

Lebkuchen

Bu Cumartesi Erdek'e gitmek istemedim. Sabahın köründe kalkıp, onca yol gidip, en iyi ihtimalle mamutun ve annesinin gözetiminde oğlumla birkaç saat geçirmek, ancak muhtemelen bir dolu tehdit ve tahrik altında olay çıkmasın diye terapist rolü oynamak, veya göremeyip kös kös geri dönmek istemedim. Ve gitmedim. 10'a kadar uyudum, bütün günü annemle çene çalıp lebkuchen tarifleri deneyerek geçirdim.
Geçen sene de bu zamanlarda iş seyahati için Almanya'ya gitmiş, lebkuchen baharatı alıp gelmiş, paketin üstündeki tarifi denemiştim. Felaket olmuştu, ortaya çıkan şeyin lebkuchen ile alakası yoktu.
Bu kez internette araştırıp 20'yi aşkın tarif okudum. Temel özelliklerini şöyle özetleyebilirim:
Bal ve şeker karıştırılarak kullanılıyor.
Ballı hamurlarda, kabartma tozu değil, karbonat kullanılması gerekiyor.
Bu iki ortak özellik dışında okuduğum tariflerin birbirleriyle alakası yoktu. Sonuçta denemek üzere iki tarif seçtim.
Lebkuchen:
Birincisinde hamur yoğurulup bir gece buzdolabında bekletilip ertesi gün pişiriliyor. Dolayısıyla Cuma akşamından hazırlamam gerekti.
Malzemesi:
150 gr bal
5 çorba kaşığı toz şeker
300 gr un
1 çorba kaşığı baharat karışımı (tarçın, karanfil, muskat, kişniş, kakule, zencefil)
75 ml süt
2 tatlı kaşığı karbonat
Yapılışı:
Bal ısıtılarak şeker içinde karıştırarak eritilir, soğumaya bırakılır. Karbonat soğuk sütte eritilir. Tüm malzeme karıştırılarak yoğurulur. (Ben hamuru toplayabilmek için unu biraz artırdım.) Streç film veya naylon torba ile paketlenip buzdolabında bir gece bekletilir. Ertesi gün buzdolabından çıkardıktan sonra yarım saat beklenir. İyice yoğrulup 1/2 cm kalınlığında açılır. Büyücek kalıplarla şekil verilir. Üstlerine çok az süt sürülür. Yağlanmış tepsiye dizilir. 180 derece fırında 15-20 dk pişirilir.
İstenirse kuvertür veya eritilmiş pudra şekeri ile kaplanabilir.
Kuvertürle kaplamanın ince ayar gerektirdiğini okuyunca denemekten vazgeçtim. Kuvertürü benmaride belli bir sıcaklığa çıkararak eritmek, sonra belli bir sıcaklığa kadar soğutmak, sonra yine ısıtmak gerekiyormuş ve bunları yapabilmek için ya tecrübe ya da şeker termometresi gerekirmiş (bende ikisi de yok). Ben de pudra şekerini sıcak suda eritip sürmeyi denedim, hatta bir bölümüne gıda boyası ekleyip renklendirdim. Pek bir şeye benzemediler. Bence sade halleri daha güzel. Fotoğraflar için yeğenimin webcam'ini ödünç aldım (çünkü fotoğraf makinamın lensine 260 YTL sıkışmış, yaptırsam mı, yoksa yenilesem mi karar veremedim). Akşam yeğenimin bilgisayarına yükledik, ama internet bağlantısında bir sorun olduğu için oradan post edemedik. Bağlanınca fotoğraflar da eklenecek.

Kendini Lebkuchen zanneden kakaolu kek tarifi:
İkinci tarifi başka bir siteden aldım. Diğer lebkuchen tariflerinden oldukça farklı (içinde tereyağ, yumurta var), ancak tarifi deneyenlerin yorumlarına bakılırsa "çok lezzetli, hazır alınanları aratmayan mükemmel bir lebkuchen tarifi".
Malzemesi:
250 gr tozşeker
300 gr un
1 paket kabartma tozu
15 gr baharat karışımı (tarçın, karanfil, muskat, kişniş, kakule, zencefil)
1 fiske vanilya
1 fiske tarçın
3 çorba kaşığı kakao
150 gr fındık, çekilmiş
250 ml süt
150 gr tereyağ
3 çorba kaşığı bal
4 yumurta
Yapılışı:
Tüm kuru malzeme karışıtrılır. Süt ısıtılıp ateşten alınır, tereyağ içinde eritilir. Bal ve yumurta karıştırılır. Kuru malzemeye önce tereyağlı süt, sonra ballı yumurta karıştırılır.
Bundan sonra tarifte yaplanmış tepsiye yayılacağı, 200 derece fırında 15 dk pişirileceği, soğuduktan sonra kareler halinde kesileceği yazılı. Hatta tarifi deneyenler fotoğraflarını siteye koymuşlar, ama bu tariften o görüntüler nasıl çıkmış hiç anlamadım. Hamur bana fazla sulu geldi, muffin kalıplarımda pişirsem mi diye düşündüm ama sonra sitede söyleneni aynen uygulamaya karar verdim. Hata etmişim, ama zaten lebkuchen ile alakası olmayan bir kakaolu kek çıktı ortaya.
Annemi evine bırakırken yeğenimle biraz çene çaldık, Hürriyet'in ev ilanlarına baktık. Ben karşıdaki evimi satıp işyerime yakın bir ev almak istiyorum, onun da erkek arkadaşı ev arıyor. Çay yanında ikisinden de tattı ve keki beğendi. Lebkuchen niyetine yenirse pek şansı yok ama olsun. Yarın da annemle ev bakacağız. Emlakçının biriyle randevulaştık. Bu haftasonu böyle...

21.11.05

Yün projelerine devam

Bir ipin ellerimin arasında giyilebilecek bir nesneye dönüşmesi, daha lise yıllarında etkilemişti beni. Genelde okul dışı saatlerimi piyano çalmak, kitap okumak veya sinemaya gitmekle geçirirken, anneannelerin eline yakışacak bir işle ilgilenmemin kavramsal nedeni buydu. Doğaya yakın, toprağa yakın bir iş gibi gelmişti; hani neredeyse koyunların yününü eğirip kök boyalarla boyamak bile mümkün olabilirdi. Yıllardır hiçbir şey örmemişken yabancı bloglardaki örnekleri görünce eski tutkum geri geldi sanırım, biri biter bitmez yeni bir şey örmeye başlamaktan kendimi alamıyorum.
Solda beni Düsseldorf'un kuru soğuğundan koruyan dalgalı atkımın kabanımın üstünde nasıl durduğunu görebilirsiniz. Aşağıda ise, şu ördükçe kendiliğinden desenli çıkan çorap yününün neye benzediği görülüyor. Aslında bir sürü canlı güzel renkleri vardı, ama ben elbette kendimden önce sevdiklerimi düşündüğüm için bir erkek çorabı yapmayı hayal ettim ve bu soluk rengi seçtim. Gökhan zaten çok sıcak kanlı olduğu için kış ortasında bile gömlekle dolaşır, öyle kaşkol, bere filan takmaz, insanın sevdiğine birşey örme zevkini kursağında bırakır, çorap örersem en azından dağda giyer demiştim, ama elimde minik şişleri görüp kendisine çorap ördüğümü duyunca garip garip bakıp "ben giymem öyle şeyler" dedi. İyi, ben giyerim, de ölçüsünü nasıl ayarlayacağım bakalım, dergideki bir ölçüye harfiyen uymak niyetindeydim. Bu arada, sadece tüm yabancı örgü bloglarını değil, dergileri de çoraplar ve pançolar basmış.

Düsseldorf

Geçen hafta Düsseldorf'taydım. Fuar zamanı oteller öyle pahalı oluyor ki 69€'luk otelde 169€'ya kaldık, üstelik bu en ekonmik seçeneklerden biri. Otel dediğim, aslında motelden hallice. Lobisi, blog güncelleyecek internet bağlantısı, minibarı filan yok; isteyince resepsiyondan saç kurutma makinası veriyorlar. Yine de şehir merkezi ve istasyon yürüme mesafesinde olduğu için şanslıydım. Otel, akşamüstü fuar dönüşü otele uğrayıp üst baş değiştirip kendimi sokağa atmam ve dükkanlar kapanana kadar dolaşmam için uygun bir konumdaydı yani.
Üç günde yaklaşık 20 toplantı ve iki iş yemeğinden sonra Cumartesi gününü alış verişle geçirdim. Öyle doğru dürüst birşey de almadım aslında; tahta, keçe, yün yılbaşı süsleri; bir sürü hobi dergisi; indirim reyonundan iki kocaman hobi kitabı; kaligrafi başlangıç seti (içinde örnek kitabı, proje kağıtları, mürekkepler, uçlar vs var); el değirmeni (peynir, ceviz, çikolata vs için); hayvan şekilli kurabiye kalıbı seti; pasta süsleme kalemi; bir adet çorap yünü (örerken kendiliğinden desen çıkacak şekilde renklendirilmiş); teoma ejderha maketi; gökhana iki ütüsüz gömlek (Hem giymesi pek hoş, hem de daha ucuz.. Bir de tekstil ülkesi olacağız!); şuleye bir çift gece çorabı; margoya bir çift ev çorabı; anneme kırışıklık giderici krem (La Roche-Posay'nin Redermic diye yeni bir kremi çıkmış - bu arada annem 74 yaşında, nemlendirici kullanmaya bile yeni başladı, görseniz taş çatlasa 65 dersiniz, üstelik önden 65'lik, arkadan 20'lik diye laf atılan türden); şirkettekilere lebkuchen (tarçın-zencefil-kakule-karanfil-muskat baharatları, bal ve tam unla yapılan kek-kurabiye arası bir şey) ; kendime lebkuchen baharat karışımı (kendim yapmayı denemek için)almışım. En son 3 sene önce kurabiye yaptığım, yılbaşında bir mucize olup da oğlum gelmezse ağaç süslemeyecek olduğum, ilk kez çorap örmeyi deneyeceğim ve muhtemelen hazır alınanlar kadar rahat olmayacağı, yeni öğreneceğim kaligrafik yazıyı sadece hediye paketlerinin üstüne iliştireceğim minik kartlarda kullanacağım düşünülürse pek etkin bir alış veriş sayılmaz, ama çok eğlendim.
Her akşam teomu aradım ama ev telefonu hiç açılmadı. Çaresiz cep telefonundan mamutu aradım, yanındaysa konuşmak istediğimi söyledim, "yok" deyip suratıma kapattı.
Çağla aradı, mamutu rüyasında karşısına almış, aklın yoluna ikna ediyormuş.
Şebo arayıp beni merak ettiğini söyledi, geçen haftasonunu sordu. Aranmak hoşuma gitti.
Pazar günü de yollarda geçince haftasonundan hiçbir şey anlamadım. Evde oturup bir yandan film seyredip bir yandan dalgalı atkımla takım bere ve eldiven örmek istiyorum...

13.11.05

Dalgalı Atkı (2), Nilgün, Şebo


burcu'dan sonra alev de dalgalı atkımın modeliyle ilgilenince daha detaylı bir tarif vermeye karar verdim. Şişe ilmek atmayı ve düz örgüyü biliyorsanız Dalgalı Atkı'yı yapamamanız mümkün değil.
Düğümcüklü Kenar : Örgünün kenarları daha sonra görünecek (atkı, şal gibi) , dikiş içinde kaybolmayacaksa kullanılan, kenarların düzgün ve sıkı olmasını sağlayan bir yöntemdir.
Her sıranın başında (gidiş veya dönüş fark etmeksizin) ilk ilmeği sanki düz örecekmiş gibi, yün arkada olmak üzere, sağ şişi önden arkaya doğru ilmeğin içine batırıyorsunuz. Örmeden, yani yünü sağ şişin üstüne dolamadan, ilmeği sol şişten çıkarıyorsunuz. Birinci ilmek sol şişten sağ şişe kayıveriyor yani.
Sıranın sonuncu ilmeği de hep düz örülüyor. Yün arkada, sağ şiş önden arkaya doğru vs. Bildiğiniz düz örgü işte. İlk ilkmekteki hareketin tamamlanmış hali.
Dalgalı Örgü : İki kenar ilmeğinin arasında kalan 18'in katı ilmek sayısına aşağıda anlatacaklarımı uygularsanız ortaya dalgalı örgü çıkacak.
Önce iki sıra hep düz örüyorsunuz. Yani gidiş de düz, dönüş de düz.
Üçüncü sıraya başlarken (kenar ilmeğini örmeden düz aldıktan sonra) 3 kez iki ilmeği beraber düz örüyorsunuz, yani ilk 6 ilmek 3 ilmeğe düşüyor. Soldaki fotoğrafta iki ilmeğin beraber düz örülmek üzere alınışı görülüyor.
Sonraki 6 ilmek de 1 dolama+1 düz örgü şeklinde örülecek. Sonraki ilmeğe geçmeden önce yünü sağ şişin önüne alıp ondan sonra düz örünce, arada bir dolama oluşuyor. Sağdaki resimlerde dolama ve düz örgüyle devam etmeyi görebilirsiniz. 6 kez bunu yapıyorsunuz ve herbirinden önce birer dolamasıyla birlikte bu 6 ilmek de 12 ilmeğe çıkmış oluyor. Sonra tekrar 2 ilmek beraber düz örüyorsunuz, ama bu kez 6 kez. Dolayısıyla izleyen 12 ilmek de 6 ilmeğe düşmüş oluyor. Bu şekilde tekrarlayarak devam edip sıranın kenar ilmeğinden önceki son 6 ilmeğini de 3 kez ikişer ilmeği birlikte düz örüyor ve kenar ilmeğini düz örerek sırayı tamamlıyorsunuz.
Dönüş sırası, yani 4.sıra, örmeden alınan kenar ilmeğinden sonra düz örgü yapılıyor.
Ve bu 4 sıra sürekli tekrarlanıyor.
Yine de yeterince açık anlatamadıysam (ve temel örgü biliyorsanız) ve İstanbul'da oturuyorsanız, uygulamalı olarak gösterebilirim. Mesela Profilo'daki yüncüde buluşur elektriğimiz tutarsa birlikte bir çay içer sohbet ederiz.
Bu aralar bir tuhaflığım var zaten. Hayatımda Inna ile başlayan bir kızkardeşler serisi oluşmaya başladı. Cuma akşamı manikür için Nilgün'e uğradığımda Şebo ile tanıştım. Nilgün'ü de manikür-ağda dükkanı var diye hiç küçümsemeyin. Orası aslında bir terapi merkezi, ama çalışmalarını rahat sürdürebilmek için perde arkasında çalışıyor. Nilgün'ün yaydığı açık yüreklilik ve açık sözlülük enerjisine hazır olanlar fark ediyor bu durumu elbette, diğerleri manikür yaptırıp gidiyorlar. İşte bu Cuma uğradığımda Şebo da oradaydı. İkimiz de ayrı ayrı Nilgün'le sohbet ederken bir baktım biz onunla sohbet eder olmuşuz. Çok "aynı" değiliz, apayrı dertlerimiz, apayrı hayatlarımız var, ama sanki yıllardır tanıyormuşuz gibi bir hisse kapıldık. "dık" diyorum çünkü o da böyle dedi. Ben Aliye durumlarımı anlattım, o işini, hastalığını, son bir yıllık molasını anlatı, sonra da öpüşüp ayrıldık. "Bugün telefonda bana bağırıp Erdek'e hiç gelme boşuna dedi, ama yine de gideceğim" dedim, o da "ben de gelmeyi isterdim; ya göremezsem diye değil göreceğim diyerek git" dedi. Söyledikleri işe yaradı. Cumartesi sabahı, bugüne değin gittiğim tüm terapi seansları, okuduğum tüm psikoloji kitapları işe yaradı. Karşımda bağırıp hakaret eden, tehditler yağdıran kızgın adama karşı sakin, şeffaf ve geçirgen oldum. Benim yıldız gözlü oğlum, yavaştan okumayı sökmüş de b ile d'yi karıştırırmış:))

9.11.05

İrmikli Sufle

İrmikli Sütlü Tatlı deyince benim aklıma annemin standart misafir tatlısı olan tarifi gelir:
1 lt süt ve 9 çorba kaşığı toz şeker birlikte kaynatılır. 9 çorba kaşığı irmik eklenip kısık ateşte karıştırarak pişirilir. Ateşten indirince içinde 50 gr kadar tereyağ eritilir. İstenirse fındık veya ceviz kırıkları, limon kabuğu rendesi katılır. Islatılmış borcama dökülüp soğuduktan sonra birkaç saat de buzdolabında bekletilir. İyice katılaştıktan sonra büyük bir tabağa ters çevrilip üstüne hindistan cevizi serpilir. Dilimlenerek servis yapılır.
Gökhan'ın "çok severim" diye bahsettiği ise, meğer yabancıların çok gittiği tatil köylerinde sabah kahvaltısı seçenekleri arasında yer alan, muhallebiden daha katı kıvamlı olan formuymuş. Ben görsem bile bebek maması diye yorumlayıp önünden geçer giderdim. Ama o anlatınca okuduğum Almanca yemek tariflerinden aklımda kalmış bir kelime hafızamın derinliklerinden kopup geldi. Griessbrei, yani irmik püresi. Internette biraz araştırınca binbir türlü yapıldığını gördüm ama en aklıma yatanı şöyle:
1 lt süt, 2 çorba kaşığı şeker, 1 paket vanilya birlikte kaynatılır. 6 çorba kaşığı irmik ve 4 çorba kaşığı kuru üzüm katılır. Birkaç dk daha pişirildikten sonra kaplara paylaştırılır. Bence şekeri biraz fazla az, ama baktım hep yanında meyve soslarıyla sunulmasını öneriyorlar. Belki onları daha tatlı yaptıkları için dengeyi böyle kurmuşlardır. Doğrusu bu da irmikli muhallebiden başka bir şey değil bence.
Tarifler arasında dikkatimi çeken bir diğer ise Griessauflauf oldu, yani İrmik Suflesi. Bu tarif benim aklıma daha çok yattı: 750 ml süt ısıtılır. İçine 6 çorba kaşığı irmik, 1 çorba k. tereyağ, bir fiske tuz katılır, karıştırılarak pişirildikten sonra soğumaya bırakılır. 3 yumurtanın sarıları 6 çorba k. toz şeker ile karıştırılır. Yumurtaların beyazları da kar yapılıp katılır. Hepsi irmikli karışımla karıştırılır. Yağlanmış bir borcama dökülerek 200 derece ısıdaki fırında 40-50 dk pişirilir. İçine vanilya, limon kabuğu rendesi konulabilir, üstüne pudra şekeri serpilerek servis yapılabilir. Görüldüğü üzere ben dondurmayı tercih ettim. Sufleyi ters çıkarmaya kalkınca görüntüsü biraz bozuldu. Üstünün gözüktüğü bir başka fotoğrafını koymazsam sufleye haksızlık olacak. Tadı güzel, ama oldukça Avrupai. Şekeri biraz az, üstüne pudra şekeri serpilmesi iyi olur. Küçük sufle kaplarında daha da güzel olabilir.

7.11.05

Dalgalı Atkı



Pazar gününü sabahtan akşama kadar yün örerek geçirdim. Geçen haftanın yorgunluğu ve gerginliği ancak kayboldu. Mahalledeki yüncü hanımların dükkanı Pazar günleri kapalı olduğu için Profilo'dakine gittim. Ben önce cıvıl cıvıl renkli şeyleri beğenir, sonra gider kirli, küllü, kapalı renkleri seçer alırım. Yine öyle oldu. İki çile çok tüylü, degrade, %80 tiftik-%20 akrilik yün aldım. Büyüdüğü zaman atkı olacak ve kabanımın üstüne çok yakışacak. Bu dalgalı model sanki zormuş gibi görünüyor ama aslında çok kolay. 6 no. şişlerle 54 ilmek + 2 kenar ilmeği attım. Kenar ilmekleri her sıraya başlarken örmeden düz alınıp her sırayı bitirirken düz örülüyor. Kenar ilmeklerinin arası ise şöyle:

1.sıra : düz örgü

2.sıra : düz örgü

3.sıra : 3 kez 2 ilmek beraber düz ör, sonraki 6 ilmeği 1 dolama-1 düz ör, 6 kez 2 ilmek beraber düz, sonraki 6 ilmek 1 dolama-1 düz,..., son 6 ilmeği 2 ilmek beraber düz ör.

4.sıra : düz örgü

Anladınız, değil mi?

6.11.05

Inna

Fay Weldon'un Hatırla Beni adlı bir romanı vardır. Yıllar önce, ilk eşimle işler sarpa sarmaya başladığı sıralarda okumuştum. Bir adam, ilk eşi, ilk eşinden olan kızı, şimdiki eşi ve bu eşinden olan küçük oğlu arasında geçer. O kadar tanıdık duygular vardı ki kitapta... Fazla detay hatırlamıyorum ama kadın kahramanlardan biri tüm diğer kadınları kastederek "kızkardeşlerim" der. O güne kadar fazla kız arkadaşı olmayan ve kendini çok özel zanneden ben, duyguların benzerliği ve evrenselliği karşısında şaşırmış, tüm kadınların özünde "kızkardeşlerim" olduğunu düşünmeye başlamıştım. Elbette istisnalar var, ama bu hafta bir kızkardeşime daha rastladım.
Inna yarı Finli, yarı Rus, Almanya'da yaşayan bir kadın. İspanya seyahatinde bize eşlik eden Inna, ziyaret ettiğimiz firmanın Türkiye ve Doğu Avrupa Satış Müdürü. İlk evliliğinden 15 yaşında bir kızı var.7-8 yıl önce boşandığında Finlandiya'da yaşıyormuş. Şirketi Almanya'daki pozisyonu önerince, hayatında sadece yeni bir sayfa değil, yeni bir defter açmak için fırsat çıktığını düşünerek kabul etmiş. Önce kendinden 12 yaş büyük bir erkek arkadaşı olmuş. Aslında ilişkileri çok kötü gitmiyormuş, ama Inna'nın yaptığı hiçbir program gerçekleşmez, hep son anda bir sürprizle değişiverirmiş. En sonunda bir kez Inna kendi progamını değiştirmediğinde, erkek arkadaşı aralarındaki uyumu kaybettiklerini, Inna için başka tarz bir erkeğin daha uygun olacağını söyleyip kayıplara karışmış. Bir sonraki (ve şimdiki) arkadaşı ile de başta çok iyi anlaşıyorlarmış. Ancak zaman geçtikçe onun çocuk gibi davrandığını, sanki o çocuk, Inna da annesiymiş gibi tüm yükü Inna'nın omuzlarına bıraktığını farketmiş. Birlikte daha büyük bir ev tutup taşınmışlar, ama arkadaşı işini bırakmış ve geçimlerini tamamen Inna'nın karşılamasını bekliyormuş. Inna biriktirdiği paranın üstüne aldığı krediyi katarak ev almış, arkadaşı evin yarı hissesini kendisinin adına çıkarmadığı için Inna'yı bencillikle suçlamış. Şimdi de, beni bırakırsan intihar ederim diyormuş.
Normalde iş ilişkisi içinde tanışılan insanların özel hayatı hakkında bu kadar çok şey bilinmez. Ama birinci günün sonunda, Inna birbirimize çok benzediğimizi hissettiğini söyledi ve hayatını anlatmaya başladı. Gerçekten de özünde o kadar ortak şeyimiz çıktı ki şaşarsınız. Bir ara, kendi evimden beni atan, sonra da evimi talan edip piyanomu parçalayan deliden bahsederken "Ne, sen de mi piyano çalıyorsun?" dediğinde kahkahayı patlattık. Anlatmak, paylaşmak ve onu mutsuz eden şeylerin sadece kendi başına gelmediğini, aynı hataları yapan ve kendine benzeyen kadınların olduğunu görmek sanki bir terapi seansı etkisi yarattı. İki hafta sonra Düsseldorf'a geldiğimde aramam için cep telefonunu verdi ve sarılışarak ayrıldık.
Bugün Gökhan'a anlattığımdaysa "Öff, tipik kadın işte" dedi...

İspanya Macerası

Bavulum Çarşamba öğlen vakti geldi. Üstümü değiştirip fuara gittim ve 14.00 randevusundan itibaren 5 toplantıya katıldım. Bir anda herşey normale döndü sanki. İş hayatının bana verdiği güven hissi de geri döndü. Bu arada ben katılana kadar tüm toplantıları tek başına yürütmek zorunda kalan iş arkadaşım da epey yorulmuş tabii. Perşembe akşamüstü Madrid'den Barcelona'ya gitmek üzere havaalanına gittiğimizde bizi yeni bir sürpriz bekliyordu. Doğal olarak taksiye bizi iç hatlar terminaline bırakmasını söyledik, ama hava alanının öbür köşesine yürümek zorunda kaldık, çünkü uçağımız aslında Kahire'ye giderken Barcelona'ya uğrayacakmış. Dolayısıyla pasaport kontrolünden geçip aslında ülke dışına çıktık. Ya vizemiz tek girişli olsaydı!! Her aktarma bavul kaybolma riskini de beraberinde getirdiği için yüreğimiz ağzımızda vardık Barcelona'ya. Veee 15-20 kişilik İspanyol bir grupla birlikte başladık bavullarımızın nereden çıkacağını aramaya. Bizim bir şey anladığımız yok, sadece onları izliyoruz. Sonuçta anlaşıldı ki, yolcuları dış hatlara, bagajları iç hatlara bırakmışlar. Tabii yine pasaport kontrolden geçtik, havaalanının öbür ucuna yürüdük, tekrar güvenlik kontrolünden geçerek içeri girdik. Nefes nefese ve ter içinde bavullarımıza kavuştuğumuzda nasıl sevindik anlatamam. Bavullar Kahire'ye gittiyse diye çektiğimiz korkudan sonra yorgunluk umurumuzda değildi elbette. Otele gitmek üzere taksiye bindiğimizde ziyaret edeceğimiz firmanın Türkiye temsilcisi arayıp rezervasyon yaptırılan otelin değiştiğini haber verdi. Sonuçta taksi yeni oteli isminden tanıdı ve herşey normale döndü.
Bu terslikleri anlatmak yerine Madrid ve Barcelona'dan birer günde edindiğim izlenimleri anlatmak isterdim ama fazla birşey görmeye fırsat olmadı. Kendimi çok yakın, çok evde hissettiğimi söylemeliyim. İstanbul bu kadar yoğun Doğu göçü almamış olsaydı ve biraz ileri görüşlü olunsaydı, şehircilik üzerine kafa yorulsaydı herhalde böyle olurdu. Eski Barcelona'yı çevreleyen surlar 1865'te verilen bir kararla yıkıldığında bir top atımı mesafesinde olan iki diğer yerleşim merkeziyle aralarındaki boş arazi harita üzerine cetvelle çizilerek planlanmış. Bu alan, 6 şeritli caddeler ve 4 şeritli sokaklarla bölünen dikdörtgen bina blokları ile dolu. Hepsinin ortalarında avluları var, hepsinin köşeleri kesik, sokak kesişmeleri dik köşe değil de yuvarlatılmış olursa daha iyi olur diye düşünmüşler. Fotoğraf makinam bozuk olduğu için hiç fotoğraf çekemedim ama merak edenler internetten Barcelona haritası bulup bakabilirler. Her tarafta birbirinden güzel cafe-pub tarzı yerler var. İnsanlar hep bir barın çevresinde oturup arkadaşlarıyla sohbet ederek zaman geçiriyor sanki. Yenilen içilen bazen pasta-kahve, bazen meze-şarap veya bira.. Bir de meşhur Gaudi'nin yuvarlak hatlı organik binaları var tabii. Alışveriş yapacak zaman olmadı ama biri İspanyol Mutfağı, diğer Tapas (yani meze) üzerine iki kitap aldım tabii. Bir marketin önünden geçerken de Manchego peyniri ve bir şişe Imperial şarabı kapıverdim. Akşam yemekte tattığım Catalan Crema Brule'yi ise ilk fırsatta yapmayı deneyeceğim.

2.11.05

Hersey ters gidiyor

Hersey hersey hersey ters gidiyor. Bu hafta ben bir is seyahati icin Ispanya'da olacaktim. Bir sene oncesinden planlandigi icin bayrama rastladigini farketmemistim. Yoksa zorunlu olan bolumunun pesine "hazir buradayken" bolumunu eklemezdim. Pazartesi gidip Cuma donebilirdim. Boylece herkes bayram tatilinde dinlenirken ben olumune yoruluyor olmazdim. Hem yine Erdeke gidecek vakit kalirdi. Iste icimden boyle sizlanip durdum. Sonuc ne oldu?
Once Pazar gunu havaalaninda vizemin suresinin bittigini farkettim. Hemen biletimi aciga aldirdim. Pazartesi sabahi ilk is konsolosluktan vize randevusu aldim, ama ertesi gune verdiler. Kapisina gidip ayni gune cekmeye calistim, olmadi. Sali sabahi randevu saatimde gittim, ayni gun cevap cikmasi ihtimali cok dusuk, ama deneyelim cevabini aldim. Oglen gittigimde mucize gerceklesmis, vizem gelmisti. Bu arada aksamustu ucaginda yerim OK'lendi. Tamam, hersey yoluna girdi... Havaalaninda check-in sirasinda, ucakta fazla yolcu oldugu icin bana baska bir baglanti onerdiler. Son duraga hem iki saat daha erken varacagim, hem de business class ucacagim. Iste, artik sansim dondu diye dusundum. Sonra ne oldu dersiniz? Aktarma sirasinda bavulum baska bir ucaga binmis. Baska bir ulkede havaalanindan bavulsuz cikmak nasil da tuhaf bir duyguymus boyle... Butun gun ustunde kalmis bluzla uyumak, ne kopuk, ne jole olmadigi icin saclarinin banyodan sonra saman modeline girmesi, sabah yuzune surecek nemlendiricinin olmamasi... Bavulum gece gelmis. Sabah saat sekizde dagitima cikacaklarmis, ilk benim bavulumun teslim edilmesi talimatini vermisler. Iyi, ama saat 9'u geciyor. Oteldeki tum fuar musterileri takim elbiseleriyle metro istasyonuna dogru yola cikti. Ben kot pantalonum ve 24 saattir ustumde olan bluzumla lobideki internet baglantili bilgisayarda bunlari yaziyorum. Bavulum gelecek, ben is goruntusune girecegim ve toplantilarima baslayacagim diye bekliyorum. Ha, bu arada fotograf makinem de bozulmus, acilmiyor... Yukaridaki bana hayati kontrol edemeyecegimi ogretmeye kararli galiba.